Paylaş
Yollar Fatih’i...
Ben bir gezginim. Ben bir yolculuk delisiyim. Atalarımızın göçer kanı damarlarımda gezinir durur. Kanım gezindikçe ben de yerimde duramayıp gezinirim. Rahmetli anacığım anlatırdı; ilk büyük yolculuğumu daha emekleme çağındayken yapmışım. Birkaç katlı ve bol merdivenli bir evde otururmuşuz. Bir gün birinci katın sofasında emekleyip gezinirken ortadan kaybolmuşum. Merdivenlerden yuvarlandığımı düşünen ev halkı, deli gibi sokağa fırlamış. Aramadıkları köşe bucak, çalmadıkları komşu kapısı kalmamış. Ama beni bulamamışlar. Çalındığıma hükmedip babama haber salmışlar. Babam da mahkemeden cüppesiyle fırlayıp gelmiş ve beni sokakta değil de üçüncü kattaki bir yatak odasında, karyolanın altında uyurken bulmuş. Herkes, emekleyen bir veletin yokuş aşağı gideceğini düşünürken ben emekleyerek 2 kat tırmanıp ilk seyahatimi yukarı doğru yapmışım.
Çocukluk hayallerimin de en değişmezi, bir gemiye miço olarak girip liman liman dünyayı dolaşmaktı. Ama devlet nedense benim yurt dışına çıkmamdan pek hoşlanmamış olmalı ki, pasaportumu zor bela alabildiğimde 43 yaşına gelmiştim.
*
Ama artık yerimde duramıyor, her gün birkaç büyük yolculuk yapıyorum. Yıllarca ahı içimde kalmış gidemediğim yolculukların, çıkamadığım gezilerin şimdi acısını çıkarıyorum. Ancak büyük gezginlerin göze alabileceği engelli yolları geçip sarp geçitleri aşıyorum.
Yolculuğa çalışma masamın koltuğundan ayağa kalkmak suretiyle başlıyorum. Masanın çevresini saran yerdeki gazete, dergi, defter, kitap, şişe, bardak, tabak, çatal, boya ve giysi yığını arasında ayağımı basabileceğim bir boşluk arıyorum. Bazen bulabildiğim oluyor, ama genellikle çevresi azgın denizle çevrili ıssız bir adadaymışım duygusuna kapılıyorum. O zaman etrafımı saran çerçöp yığını üzerinden zıplayarak atlamak zorunda kalıyorum. 90 kiloluk bedenimle sıska bacaklarımın üzerine güm diye düşünce, ayak bileğim de mutlaka burkuluyor. Halıya çöküp bileğimi ovalarken de kime olduğu belli olmayan küfürler ediyorum. Sonra ıhlaya tıslaya doğrulup topallayarak kitaplığa yürüyorum. İnsan, yolculuğa çıkarken mutlaka kitap almalıdır. Ben de turizm kitapları alıyorum. Hangi ülkenin nesinin meşhur, neresinin güzel olduğunu öğreniyorum.
Odanın kapısından tam çıkacakken sigara ve çakmağımı masada unuttuğumu fark ediyorum. Bu sefer küfürlerin adresi belli... Masamdaki káğıt ve kitapların arasına gizlenip kendilerini unutturan sigara paketi ve çakmak küfürden delik deşik oluyor. Yerdeki yığının üzerinden masaya doğru bir daha zıplayamayacağım için uzun cetvelimle uzaktan ite dürte sigarayla çakmağı önce yere düşürüp sonra kendime doğru çekiyorum. Yolculuğun daha başında nefes nefese kaldığımdan kapının yanındaki sandalyeye çöküp bir sigara yakıyorum. Ama tezcanlı olduğum için de sigaranın yarısına gelince,
‘‘Haydi oğlum, yolcu yolunda gerek!..’’ deyip tekrar aksayarak kahramanca yola koyuluyorum. Birkaç adımlık zorlu yürüyüş sonunda koridora çıkıyorum. Tam mutfak kapısının önünden geçerken ne kadar yorulup susadığımı fark ediyorum. Mutfak kapısından buzdolabına doğru yine yollara düşüyorum. Dolabın kapağını açınca, ciddi bir sorunla karşılaşıyorum. Acaba rakı mı içsem, limonlu bir votka mı, yoksa soğuk bir beyaz şarap mı? ‘‘Bu sıcakta rakı içersem yolculuğumu tamamlayamamam tehlikesi var. Votka da sert içki... İnsan yolculuk sırasında ağır içki içmemeli. Yolda karşısına çıkacak tehlikelere karşı uyanık olmalı’’ deyip şarapta karar kılıyorum. Kılıyorum ama şarap açacağını mutfakta bulamıyorum. Mutlaka masamdaki káğıt yığınının ya da yerdeki ıvır zıvır arasında bir yerdedir. Onca yolu geldikten sonra tekrar salona dönmeyi göze alamıyorum. Kendime buzlu bir votka hazırlıyorum. O sırada üç gün önce alıp dolapta unuttuğum güzelim taze bamyalar gözüme çarpıyor. Yolculuğumun bu bölümünde yemek molası vermek zorunda kalıyorum. Önce bamyaları bir güzel yıkayıp kuruluyor ve başlarını koni biçiminde kesiyorum. Sonra sirkeli suyla bir kez daha yıkıyorum. Sonra da soğanı tereyağında hafif kavurup üstüne kabuğu ve çekirdeklerini çıkardığım domatesleri koyuyorum. Domates kendini iyice koyverince tencereye su, limon suyu ve tuz koyup bamyaları ekliyorum. Bamya yavaş yavaş pişerken ben votkamı yudumlayıp yanımda getirdiğim gezi kitabına daldırıyorum. Mis gibi bamya kokusunu içime çekerken votkamı yudumlayıp Sen nehrinin ve Notırdam kilisesinin resimlerine bakarak sigaramı tüttürüyorum. Yolculuk gibi keyif var mı şu hayatta!..
O sırada sokak kapısının ısrarla çalındığını fark edip oturduğum yerden,
‘‘Evde yokum. Seyahatteyim!..’’ diye bağırıyorum. Zil sesi kesiliyor.
Daha gidecek bir hayli yolum olduğu için yemeğimi çabuk bitiriyorum. Elime sağlık, bamya pek de güzel olmuş... Kitaplarımı, sigaramı, votka kadehimi toparlayıp tekrar yollara düşüyorum. Mutfaktan çıkıp koridorda azimli adımlarla ilerliyorum. Aslında yürümeyi hiç sevmem. Taşıma araçları eve sığmadığı için bu yolculuğu hiç olmazsa bisikletle yapmayı yeğlerdim. Ama ne yazık ki üç tekerlekli bisikletleri sadece çocuk milleti için yapmışlar. Ben, seleye oturup pedal çevirmeye kalkınca dizim çeneme vuruyor.
*
Uzun bir yürüyüşten sonra yolculuğumun en keyifli durağına geliyorum. Tuvaletteki sehpanın üstüne içkimi, sigara paketimi yerleştirip radyomu ve vantilatörümü açıyorum. Apartmanın en üst katında oturduğumdan eriyip sıvı hale gelmemek için evin her tarafına vantilatör koydumdu. Ondan sonra da oturduğum yerde Londra, Paris ve Roma'nın fotoğraflarına bakıyorum. Arada bir sallanıp ağzımdan çuf çuf diye sesler çıkarıyorum. Ama sıra Antalya koylarının güneş içindeki duru mavi denizinin fotoğraflarına gelince hüzünleniyorum. İçkimi bir dikişte bitirip sigaramı söndürüyorum. Sonra kitabı görünecek şekilde lavaboya dayayıp duşa giriyorum. Deniz resimlerine baka baka uzun kulaçlarla duşta bir hayli yüzüyorum.
Ama yollar, benim gibi iflah olmaz bir gezgini çağırıyor. Antalya'nın üstsüz ve tanga mayolu turist kızlarına fazla yüz vermeden yine yollara düşüyorum. Artık bugünkü yolculuğumun sonuna yaklaşıyorum. Tuvaletle yatak odası kapılarının arasındaki yüzlerce kilometreyi bir hamlede aşıp bu uzun yolculuğun yorgunluğuyla son durağım olan yatağa uzanıyorum. Yarınki dönüş yolculuğumun planlarını yapıyorum. Sonra da sabah yere attığım gazeteleri karyolamdan uzanıp alıyorum. İlan sayfalarındaki ‘‘Paris 7 gece 8 gün üç yıldızlı otellerde 695 dolar... Barselona-Madrid 980 dolar... Venedik-Floransa 675 dolar...’’ diye gezi ilanlarını okurken uykuya dalıyorum.
*
Gemim Pasifik Okyanusu'ndaki Polinezya adalarına doğru tam yol ilerliyor. Ama artık miço değil, bu geminin kaptanıyım. Sancak yönünden şarkı sesleri geliyor. Adalı güzel kızlar, ince uzun kayıklarla gemime yaklaşıyorlar. Birkaçı gemiye tırmanıp boyunlarındaki çiçekleri çıkararak benim boynuma geçiriyorlar.
*
Bu sabah uyandığımda bir gün önceki uzun yolculuğun yorgunluğunu üzerimden atamadığımı fark ettim. Yataktan çıkmayıp bugünkü yolculuğumu iki yastık arasında yapmayı içimden geçirdim. Ama sonra Pavarotti'nin yemini vermediğimi anımsadım. Pavarotti benim Saka kuşunun adı. Adına bakmayın, daha cik dediğini duymadım. Homurdanarak kalkıp kafesine gittim. Beni görünce yine kıçını döndü.
‘‘Bozulma be, bir dahaki gezime seni de götürürüm’’ dedim. Oralı olmadı. Zaten eski yemlerini yine yememişti. Bir haftadır ağzına bir şey koymamıştı ördek bozuntusu!.. Kafesini pencerenin yanına götürüp kapısını açtım.
‘‘Beni burada bir başıma bırakarak çekip gitmeye utanmayacak mısın?’’ dedim.
‘‘İstersen sen de benimle gel gezeriz,’’ deyip açık pencereden uçtu gitti.
Açık pencerenin önünde acaba ben de uçabilir miyim diye uzun uzun düşündüm. Sonra kanatlarımı çırparak çalışma masamın koltuğuna kondum.
Paylaş