Huysuz İhtiyar

Haberin Devamı

Seyahatname

Araba kıçlarından başka bakacak yer olmadığı için birbirimize baktık. Sonra bir daha baktık. O, camını açıp kafasını uzattı:

‘‘Kuracak mı dersin abi?’’

Ben de camımı açtım.

‘‘Kim, neyi kuracak?’’

‘‘Erez, hükümeti kuracak mı? Ben seni tanıdım abi... Siz, gazeteciler bilirsiniz böyle şeyleri...’’

Mecidiyeköy'deki işyerimden Levent'teki evime gitmeye çabalıyordum. Ama yine Kadıköy'e geçmeye çalışan arabalar yüzünden Boğaz Köprüsü gık deyip tıkanmıştı. Tıkanıklık taa Şişli'ye kadar vuruyordu. Tabii, ben de Mecidiyeköy'deki beton bir üst yolun altındaki yüzlerce araba ve onların egzos dumanları içindeki yerimi almıştım. Kıçını arabasının koltuğundan ayırmaya dayanamayan ve Kadıköy tarafında oturan binlerce düdük, İstanbul'daki işyerinden bir araba bir adam halinde evlerine dönmeye çalışıyorlardı. Aslında bunların gerçek meslekleri araba koltuğunda oturmak... Çünkü, ömürlerinin en uzun zamanı o koltukta geçiyor. Ne işyerinde ne de evlerinde bir işe yarayacak mecalleri kaldığına inanmıyorum. Dangalak bir halk dalkavuğu takımı da, üçüncü köprüyü yaptırmaya sıvanmış. Dangılların hesaptan kitaptan haberi yok... Ne kadar köprü, o kadar tıkanıklık ve araba esareti!.. Ölsen ne cankurtaran geçebilir ne de polis... Hele, itfaiye burnunu sokamaz. Şehir yangınlarına artık orman yangını gibi uçaktan su boşaltıp söndürebilirler. Altı üstü Koç'u, Sabancı'sı, ithalatçısı biraz daha otomobil satar o kadar!.. 10 dakikaya yakın zamandır kımıldadığımız yoktu. Türk milleti muhabbet etmeden 10 dakika durabilir mi?.. Sol yanımdaki taksi şoförü sordu:

‘‘Yani bizim hükümetimiz yok muydu?’’

‘‘Yoktu tabii.’’

‘‘Tuuu, bana kimse söylemedi ah bilseydim....’’

‘‘Bilsen ne yapardın?’’

‘‘Hiç olmazsa müşterilere taksimetreyi açmazdım be abi!..’’

Sağımdaki arabanın sürücüsü homurdandı:

‘‘Zaten başımıza ne geliyorsa bu açgözlülükten geliyor!’’

‘‘Sen kendine bak... O 98 model Bemeve'yi çalışıp da mı aldın yani?’’

Önümdeki araba birden üç metre yürüyüverdi. Hemen boşluğuna dalıp bu tatsız muhabbetten sıyrıldım. Solumdaki arabanın şoförü dudaklarını kımıldatıp duruyordu.

‘‘Saat 7'yi bulur.’’

dedim.

Camı açtı,

‘‘Ne dediniz?’’

‘‘Karşıya geçmeniz 7'yi bulur dedim.’’

‘‘Ben bu köprünün geçmişini.....’’

‘‘Öfkelenmeyin canım, buyrun bir sigara yakın.’’

‘‘Teşekkür ederim, ben niyetliyim. Eve iftara yetişmeye çalışıyorum.’’

‘‘Bunca küfürden sonra niyet mi kalırmış!’’

‘‘Kim küfür ediyordu ki?’’

‘‘Deminden beri ağzın kapanmadı. Neler dediğini bir hatırla bakayım.’’

‘‘Yani küfür oruç bozar mı?’’

‘‘Uuff!.. Bozmak da ne kelime, dümdüz eder. Oruç, nefsine hakim olma sınavıdır.’’

‘‘O zaman ver o sigarayı!..’’

Sağımdaki sarışın kız, cip Çeroki gibi otomobil irisine alışık olmadığından frene biraz geç bastı. Altındaki Amerikan çiftliklerinde ve moda olsun diye İstanbul'un iki karış enindeki caddelerinde kullanılan 4x4 lenduha araba öndeki Brodway'in bagajını 2 santim kadar çökertti. Brodway'in sahibi yakışıklı delikanlı bir öfke kapıyı açıp indi. Gözündeki güneş gözlüğünü ceketinin peto (yani mendil) cebine sokup dövüşmeye kararlı adımlarla cipe yürüdü. (İnsanların gece vakti niye güneş gözlüğü taktığı 62 yıldır anlayamadığım şeylerin başında gelir.)

Bir hışım cipin kapısını açan delikanlı, direksiyona can simidi gibi yapışmış, fren ve debriyaja basan bacaklarının üstündeki mini eteği imanına kadar sıyrılmış bir sarışınla burun buruna gelince hınk etti durdu. Önce, baygın bir sessizlik oldu. Sonra da daha baygın sesler duyduk.

‘‘Ah, çok özür dilerim... Galiba arabanızı biraz şeyittim...’’

‘‘Ne önemi var hanfendi... Boyası bile sıyrılmamış. Altı üstü iki çekiçlik işi var. En fazla 20 milyonluk bir çökük. 20 milyonun lafı mı olur?’’

‘‘Derhal ödeyeyim...’’

‘‘Bizim kitabımızda karıya para ödetmek yazmaz!..’’

Oğlan kabadayılık ediyordu ama, gözlerini mini eteğin açık bıraktığı yerlerden kaldırıp daha kızın suratına bile bakamamıştı. Oysa, kızın yüzünü görse belki parayı tahsil etmeye kalkabilirdi. Tam o sırada, gidemeyen arabalar arasındaki esnaf takımından bir gül satıcısı devreye girdi.

‘‘Bu demet kaça?’’

‘‘Sana bir 1.5 milyona olur abem.’’

‘‘Ulan hıyar, daha demin 1 milyon diye yırtınıyordun. Bizi keriz mi sandın!’’

‘‘Tamam, 1 milyon olsun abem.’’

‘‘500 bin.’’

‘‘Son 800'e olur.’’

Gidemeyen arabalara servis yapan satıcılar sinek gibidir. Biri bir yere kondu mu gerisi gelir. Gülcünün ardından kâğıt helvacı, kutuda Kore malı tornavida ve İngiliz anahtarlı tamir takımı satıcısı, iftarlık su ve hurma satan kadın delikanlının başına üşüştü.

O sırada arabalar ikişer metre ilerlediği için oğlan arabasını yürütüp kızın yanına geri geldi. Ve aldığı gülleri verdi. Sonra da kızın yanına oturdu. Aralarında pek duyamadığım bir muhabbet başladı.

‘‘Vay Rıza'cıım, ulan dünya ne küçükmüş!..’’

‘‘Safter abiciğim, seni gökte ararken yerde buldum... Abicim bizim ihale işi hâlâ onaylanmadı.’’

‘‘Ben sana pazartesi gel demedim mi?’’

‘‘Abicim geldim ama seni görmek ne mümkün, kapında tam 3 saat bekledim.’’

‘‘Haklısın vallaa... Bu belediyenin işleri bitmiyor ki!.. Trafikte görüşmek kısmetmiş. Sen ne teklif vermiştin?’’

‘‘Metrekare başına 400 milyon... Hooop!.. Safter abi, dur bi dakka 400 diyorum abicim!..’’

Önündeki sıra birden yürüdüğü için Safter ağabeyin siyah plakalı arabası da yürüyüp gitti. Rıza, camdan elini kolunu sallayıp ihale işini yol üstünde halletmeye çalıştıysa da beceremedi. Çünkü, Rıza'nın sırası kımıldamamıştı.

O sırada arkamdaki kalabalık dağıldı. Demek ki Bemeve'nin sahibiyle taksi şoförünü ayırıp arabalarına yerleştirmişlerdi. Yani, dövüşün hiçbir keyfi kalmamıştı. Derken gözüm cipteki delikanlıyla kıza takıldı. Anladığım kadarıyla çiçek-böcek kâr etmemiş, kız oğlana yüz vermemişti. Sarışın, kendisine otobüs yavrusu arabayı alan herifi tercih etmiş, Brodway sahibi güneş gözlüklü çulsuza boşvermişti. Delikanlı, o öfkeyle gidip bagajındaki çöküntüyü uzun uzun tetkik etti ve kıza gelip,

‘‘30-35 milyon hanımefendi!.. Polis çağırmamı ister misiniz?’’

dedi.

Bütün edepsizliğini ve eski İstanbul şoförü marifetlerimi kullanıp arabaları yara yara Honda'yı sağa çektim. Sağdaki ilk sokağa dalıp ilk boşluğa arabayı park ettim. Sonra da kalan 3 kilometre yolu türküler söyleyerek yürüdüm.

Tolga, şaşkın gözlerle bakıp

‘‘Bugün erkencisin. Yine otobüsle mi geldin?’’

diye sordu.

‘‘Daha iyisini yaptım!..’’

deyip kullanmayı unuttuğum bacaklarıma hayran hayran baktım. Tolga arkasını dönünce de Portakal'ı bir güzel tekmeledim. İnsanın bacakları sadece yürümeye yaramaz ya!..

Yazarın Tüm Yazıları