Huysuz İhtiyar

Haberin Devamı

Bu ne hiddet, bu celâl!..

Bakkalın çırağı sabah kapıyı çaldı.

‘‘Bugün kaç paket sigara getireyim?’’

diye sordu. Oğlanın suratına nasıl bir hışımla bakmışsam, bir anda ortalıktan toz oldu. Ben daha kapıyı çarpıp kapatmadan onun koşan adım sesleri sokağın öbür ucundan geliyordu.

Giyinirken gri kadife pantolonumu iki kez duvara fırlattım, bir kez de tekmeledim. Alçak pantolon, durduk yerde daralıyor mudur nedir, fermuarı büsbütün kapanmaz oldu.

Biliyorum, sırf hayatımı zorlaştırmak için Tolga, çorap ve mendillerimi şifonyerin orta çekmecesine koyuyor. Ihlaya tıslaya eğilip öfkeyle çekmeceye asıldım. Yerinden çıktı ve içindekiler etrafa saçıldı. Ağzımı bozarak ve bütün çoraplara cinsel ilişki tehditlerinde bulunarak birbirinin eşi iki çorap bulmayı becerip giydim.

‘‘Portakal... Portakal'cığıım!.. Geh pisi pisi!..’’

diye kediyi çağırdımsa da yine gelmedi namussuz. Kediye vurmak için elime aldığım terliği tekrar ayağıma giydim.

Tolga'yı mutfakta yakalayıp yeni yaptırdığı şifonyer, kediler ve biriktirdiği gazeteler hakkındaki cinayet planlarımı bağıra çağıra anlattım. Hatta, dün gece pişirdiği çorbanın bulaşık suyuna benzediğini bile söyledim. Gözünde bir damla yaş belirdi ama bir şey söylemedi...

*

Komşum Ragıp beyin kapısını çalıp gece saat 11'den sonra bangır bangır kaset çalmanın kıroluk ve magandalık olduğunu bildirdim. Adam her ne kadar,

‘‘Dün gece biz evde yoktuk.’’

diye yırtındıysa da tabii bana yutturamadı.

*

Yanımdan geçen kokonalar gibi giyinmiş, süslenmiş ve takıp takıştırmış kadına,

‘‘Afedersiniz hanımefendi, beyiniz ne iş yapıyor?’’

diye sordum.

‘‘Bir devlet dairesinde memur. Niye sordunuz?’’

‘‘Hiiç... Memur maaşıyla bunca elbiseyi ve takıyı nasıl alabildiğinizi merak ettim de!..’’

deyip ağzını açmasına fırsat vermeden kadının yanından hızla uzaklaştım.

*

Üç taksi değiştirerek Levent'ten Mecidiyeköy'deki çalışma evime geldim. İlk bindiğim taksi leş gibi koktuğu ve ön takımları tangır tungur vurduğu için beşyüz metre sonra arabayı durdurup indim. İkinci taksiden ise şoför tarafından indirildim. Güya herife hakaret etmişim. O da yaşıma olan saygısından fazla bir şey yapmamış da, sadece beni dışarı atmış. Oysa ben, çok eski bir İstanbul şoförü olarak sadece,

‘‘Bir arabayı sağından geçmek eşşekliktir, hele önde giden bir arabanın kıçına bir karış kadar sokulmak dangalaklığın dik alasıdır!..’’

gibisinden herife altın değerinde sürücülük öğütleri veriyordum. Üçüncü arabanın şoförüne o bangırdattığı kaseti neresine sokup çalması gerektiğini tam izah edecektim ama, ağzımı açacak vakit bulamadan evin kapısına geldik ne yazık ki...

*

Bu ticaret erbabının topu, ticareti bırakıp eşkıyalığa soyunmuş. Hatta, eşkıya bile yanlarında masum kalır. Onun, polise jandarmaya yakalanma tehlikesi var. Bu markette beni donuma kadar soyuyorlar diye bağırıp polis çağırsam, marketçilere bir şey yapamaz. Çünkü herif, talanını ticari ve yasal yoldan yapıyor. Etin kilosu 3 milyon, pirincin 400 bin, kavanozdaki bir avuç reçel 500 bin lira... Çeşme suyunu bile plastiğe doldurup 300 bin liraya satıyorlar. Sebzeden, peynirden, zeytinden söz dahi etmek istemiyorum!.. Adam,

‘‘Höösst!.. Ohhaa!.. Çüüşş breh!..’’

demesin de ne desin!.. Ben bu lafları herhalde bir hayli yüksek sesle söylemiş olacağım ki market yöneticisi olduğunu tahmin ettiğim, gömleğinin 46 numara yakasına boynu sığmayan iki metrelik bir kereste yanıma geldi.

‘‘Yoksa ürünlerimizi beğenmediniz mi beyefendi?’’

‘‘Ürünlerinizi beğendim de, fiyatlarınızı beğenmedim.’’

‘‘Ama biz, Ramazan münasebetiyle damping yaptık. Bunlar indirimli fiyatlarımızdır.’’

‘‘Bana kalırsa indirmeyip kaldırmışsınız. Şimdi de öpecek adam arıyorsunuz.’’

‘‘Siz çok tuhaf konuşuyorsunuz. Üstelik bu yaşta öyle sözler ağzınıza yakışmıyor.’’

‘‘Bana her şey yakışır, çünkü ben güzelim. Patatesli kaşarı 3 milyona kakalamak size yakışıyor mu?.. Şu sattığın limonlara bak. Üstüne ateş etsen, kurşun geri seker be!.. Limon suyunun damlası 10 bin liraya geliyor!..’’

Çıkardığım bu patırtı sonunda çevremizde toplanan kalabalığa bir göz attım. Çoğu orta halli ev hanımıydı. Sesimi daha da yükseltip elimi kolumu sallayarak söylevime devam ettim:

‘‘Vatandaş bu parayı çalışa didine tırnaklarıyla nasıl kazanıyor, bu mübarek gün de çoluk çocuğunu etli bir yemekten mahrum etmemek için nelere katlanıyor haberiniz var mı?.. Sizler Boğaz manzaralı, yüzme havuzlu, özel korumalı villalarınızda şato bryan üstüne Armanyak içerken bu insanlar, yavrularına dört samsa baklava alamadıkları için tahine pekmez katıp yediriyorlar. Ulan, tahinin yarım kilosunu bile 700 bin papele satıyorsunuz!..’’

‘‘Ama beyefendi, ben de burada maaş alan ve kıt kanaat geçinmeye çalışan bir görevliyim!’’

gibisinden laflar gevelemeye çalışmasına rağmen bizim kereste yönetici, çevremize toplanan ve küçük çapta bir ihtilal yapmaya niyetlenmiş müşteri kalabalığının öfkeli ve de tehlikeli homurtularını duyunca ofisine kaçtı. Tahminime göre de kapıyı içeriden kilitledi.

*

Herif atik davranıp çabuk tüydüğü için öfkemi alamamıştım. O kızgınlıkla eve gelip sayfa sekreteri Şükrü beye telefon ettim:

‘‘Bugün karikatür marikatür yok!..’’

‘‘Zaten karikatüre yer yok. Tam sayfa ilan geldi.’’

‘‘Yani, sen bana senin karikatürlerini ancak ilanlardan boş kalan yerlere mi koyarız diyorsun!.. Ben o ilanların avradı..........’’

diye bir avaza başlamışken lafım yarım kaldı. Şükrü bey telefonu çoktan kapatmıştı.

Asansörün iki de bir danklayan sesine, pencereden gördüğüm pis baca dumanlarına, TRT-3. kanalın cızırtılı klasik müziklerine, televizyondaki çıplak göbekli ve konuşma özürlü kızın klip sunmasına, kapıcının bir yere rahatça tüymek için kaloriferi dibine kadar açıp evimi cehenneme çevirmesine, ısınan parkelerden gelen çıtırtılara, hâlâ Garanti Bankası'nı veya Cafer Bey'i arayan yanlış telefonlara daha fazla dayanamadım. Her yerim ayrı ayrı titremük bir halde akşama doğru canımı sokağa dar attım.

*

Herif, efendiden biri gibi görünüyordu. Ama bakınca insanın sinirini bozuyordu. Hem de çok fena bozuyordu!.. Gagaç burnunun üstünden sabit bakıyor, dudakları durmadan kımıldıyordu. Sıska boynunu zevksiz kravatlı gömleğinin içine kaplumbağa gibi bir sokup bir çıkarıyordu. Aniden sağ pazum kaşınmaya başladı. Bir ara göz göze geldik. Hiçbir şey söylemeden herife bir tokat attım. Namussuz, sanki bekliyormuş gibi eğilip tokadı savuşturdu ve mideme bir yumruk vurdu. Ben de eski boksörlüğüme sığınıp üst üste iki sol direk vurup sağ aparkatı çektim. Alçak herif pire gibiydi. Benimle uzaktan baş edemeyeceğini anlayınca çift daldı ve yere yuvarlandık. O benim kalan saçlarımı yakalayıp kafamı yere vurmaya çalışırken, ben de onun sıska boynunu elime geçirdim. Ama tam sıkmaya başladığım sırada ezan okundu. İkimiz de derhal durduk. Sonra, ayağa kalkıp cebimizden kâğıt arasına konmuş birer zeytin çıkarıp ağzımıza attık. Ondan sonra da yavaş hareketlerle birer sigara çıkarıp yaktık. İçerken gözlerimi kapattığım için sigaranın bittiğini parmaklarımın yanmasından anladım. Sigarayı atarak gözlerimi açıp karşımdaki sevimli adama gülümsedim.

‘‘Eğer sizi incittiysem lütfen beni bağışlayın. Utancımdan ne diyeceğimi bilemiyorum beyefendi!..’’

dedim. Adam kulaklarına kadar kızardı. Mahcubiyetle üzülüp büsbütün ufaraklaştı.

‘‘Siz böyle konuştukça ben yerin dibine giriyorum. Asıl siz beni affedin efendim. Ben barışsever bir adamım. Ama bir ara hayalarınıza tekme atmayı bile düşündüğüm için kendimden nefret ediyorum. Siz benim büyüğümsünüz, ne olur bağışlayın!..’’

‘‘Boşverin efendim, Ramazan'da olur öyle vak'alar.’’

‘‘Evet efendim, oruç halidir. Kusura bakılmamalı!..’’

diye karşılıklı söyleşip keyifle birer sigara daha yaktık.

Yazarın Tüm Yazıları