Sabahları gazeteyi alır almaz daha manşetini okumadan turistik ilan sayfalarını açıyorum. Gözlerimi Antalya, Marmaris veya Çeşme'deki otel, motel ilanlarına dikip hiç kıpırdamadan saatlerce oturuyorum.
Yalnız otel değil, gezi gemisi ilanları da var. Örneğin gemiyle Volga Nehri gezisi... Hem de gemide yatıp kalkmacasına... Ama bu gezinin benim için iki mahsuru var. Birincisi; gemiye binmek için beş saat uçak yolculuğu yapıp Petrograd'a gitmek gerekliymiş. İkincisi; benim kaptan kıyafetim yok. Haydi armalı, sırmalı bir kaptan elbisesi diktirdim diyelim, uçakta beş saat sigara içmeden nasıl duracağım? Aynı sigarasızlık belası Antalya, Marmaris için de geçerli. Sigaramdan öksüz doyuran bir nefes çekip otobüsle, uçakla gidilmeyen bir tatil yeri ilanı aranıyorum. Bre, yok Allah yok! Paralı adam İstanbul'da yaşıyor. Tatile çıkanların çoğu İstanbullu... Ama turistik tesisleri ne halt etmeye taa cehennemin dibine yaparlar? Müslüman'a eziyet olsun diyedir herhalde!..
Sonunda sordum soruşturdum, ansiklopediler karıştırdım, tatil keyfi ehli arkadaşlardan bilgiler edindim, evden çıkıp birbuçuk saatte varabileceğim gizli bir tatil oteli buldum. Üstelik Ada vapurunda çayını yudumlayıp sigaranı tüttürerek gidebiliyorsun.
*
Heybeliada'daki otelim dünya güzeli. Eski yanmış bir konaktan, aslına sadık kalarak otel icat etmişler. Yüzme havuzu bile var. Ama asıl bir manzarası var ki, en kurak gönüllere şerbet şeker olup bencileyin miyop gözlerin derdine derman olur.
Elimde tonik kadehi, (alkolsüz tabii) balkondaki koltuğuma kurulup yandaki Burgaz ve Kınalı adalarını karşıda hamamböceği misali üst üste binmiş İstanbul'un beton apartmanlarını seyrana durdum. İstanbul milleti cayır cayır yanarken, benim balkon püfür püfür. Sanki melekler üflüyor. Denizi dün gece iyice ütülemişler gibi. Üstünde en küçük bir dalga çiziği bile yok. Süt beyazı Ada vapurları podyumda yürürcesine önümden kırıta kırıta geçiyorlar. Ama vapurları seyrederken yolculuğumun anısı olarak burnuma ter ve ayak kokusu geldi. Yahu bizim millet yüzyıllardır suyla niye kavgalı? Üstelik yüzde 99'u Müslümandır diye bir rivayet var. Müslüman ne demek? Günde 5 kez aptes alıp 5 kez ayağını yıkayan adam demek. Haydi suyla aran bozuk, deodorant diye bir icattan da mı haberin yok? Oysa yeni icatlar üstüne en meraklı millet bizimkidir. Vapurda bir sayım yapsam, 10 kişiden 8'inde cep telefonu çıkar.
Burnumdaki koku balkon keyfimi kaçırdı. Odaya girip televizyonu açtım. Ekranda Süreyya Ayhan, ceylan gibi sekiyor ardındaki Romen kızı bizimkini yakalamak için nafile yırtınıyordu. Ağzım kulaklarımda, Süreyya'nın altın madalya alışını, İstiklal Marşımızın gümbür gümbür çalınışını izledim. Burnumdaki ayak kokusu, tarifsiz kederlerim, milli aşağılık duygularım hatta belimin ağrısı bile uçtu gitti. Keyifle İzmir Marşı'nı ıslıkla öttürürken medyamızın gözüpek cengáverleri Hıncal ve Fatih aklıma düştü. Islığım dudağımda, keyfim kursağımda kalakaldı. Kızın, devletin sırtından asalak gibi geçinmesinden başlayıp, 13 yaşında bir sübyanken antrenörüyle zamparalığa kalkışmasına kadar döşenmişlerdi Allah döşenmişlerdi. Fidan gibi bir Anadolu kızcağızını çalakalem, ince kıyım doğramışlardı. ‘‘İkinize ceza verdim, yazılarınızı birer hafta okumayacağım işte!’’ diye öfkeyle homurdandım. O öfkeyle odamdaki halının kenarının yırtık, dolap kapaklarının karakol grisine boyalı olduğunu fark ettim. Mini barda da tonik yoktu. İyice tadım kaçtı.
Tatil keyfini tekrar yakalamak için mayomu giyip havuza indim. Su berrak bir limonata gibiydi. Daldım çıktım, bir Boğaz çocuğu olarak kravl, sırtüstü, kelebek yüzerek bütün hünerlerimi gösterdim. Çaktırmadan baktım, havuz kenarında sere serpe yayılıp güneşlenen hanımların hiçbiri yüzme gösterimle ilgilenmemişlerdi. Ama ünlü Cek-Nayf atlayışıma ilgisiz kalabilecekler miydi bakalım? (Cek-Nayf atlayışı şöyle oluyor: Havaya sıçrayıp ellerinizi ayaklarınıza değdiriyorsunuz, sonra da düşerken bedeninizi açarak düzeltip bıçak gibi suya dalıyorsunuz. Cek-Nayf zaten çakı demektir)
Havadayken ellerimi ayaklarıma değil ama dizlerime değdirebildim. Fakat suya bıçak gibi değil de karın üstü düştüm. Son olarak 30 yıl önce atladığımı unutmuştum. Bu kez bütün hanımlar ilgilendi. Herhalde çıkan pıloff sesi ve sıçrayan sular dikkatlerini çekmişti. Yine de tatil keyfimi bozmamak için aldırmadan sudan çıkıp bir şezlonga uzandım. Güneşin sıcak ışınları anne şefkatiyle beni sarıp sarmaladı. ‘‘Anasını satayım, bugün içilmez de ne gün içilir?’’ deyip gelen garsona bir layt bira söyledim. Bedenimi yaramazca çimdikleyen sıcağın üstüne buzlu birayı çekince gerdanı okşanan bir kedi gibi zevkle mayıştım. Yanımda getirdiğim Asımov'un kitabını açtım, ilk satırı tam dört kere okudum ama hiçbir şey anlamadım. Demek beynim de keyiften mayışmıştı. Sonra bir satıcı ‘‘Taze leeyr’’ diye bağırmaya başladı. Havuzun bulunduğu bahçe duvarı, denize inen bir ara sokağa bitişikti. Satıcı da o sokakta ‘‘Taze leeyr’’ diye ünülüyordu. Tazeler diye bağırıyor ama, neyin taze olduğunu söylemiyordu herif. Madem malını satmak istiyorsun, ne sattığını söylesene be adam. Millet senin ne sattığını öğrenmek için iskambil falı mı açacak sanıyorsun? Beşinci ‘‘taze leeyr’’den sonra dayanamayıp homurdanarak kalktım. Duvara gidip adamın ne sattığını öğrenmek istedim. Ama duvar boyumdan yüksekti. İki zıplama girişiminde bulundum. Göbeğim nedeniyle fazla yükseğe çıkamadım. Üstelik memelerim de sallanıp beni gıdıklıyordu. Düşe kalka yandaki ağaca tırmanıp sokağa baktım. Sokak boştu ve satıcı gitmişti. Aman canım, herhalde salatalık satıyordu. Yoksa balık mı satıyordu? Domates veya patlıcan da olabilir. Bu herif ne satıyordu yahu?
*
Akşam yemeğinde keyfim yerine gelmişti. Otelin yarısı açık, yarısı kapalı güzel bir restoranı vardı. Örtüler ve peçeteler pırıl pırıl temiz, rahat yayılabilmeniz için sandalye yerine koltuk koymuşlardı. Aman, hepsini tadayım derken hep aç kaldığım için açık büfeye yüz vermedim. Pilavlı bir şiş kebap söyledim. Bahçede bir saz takımı fasıl geçiyordu. Çocukluğumdan beri en sevdiğim şarkıları çalıp söylüyorlardı tesadüfen. Et, ekmeğin üzerine sürülüp yenecek kadar yumuşaktı. Keyfim keyfti! Kendimi tutmasam, bir bira daha söyleyecektim. Üstelik layt olmayanından... Yalnız etin biberi eksikti. Az sonra garsonu çağırdım,
‘‘Oğlum bu alet ne?’’
‘‘O biberlik efendim.’’
‘‘Biberliğin içinde ne olur?’’
‘‘Tabii ki biber olur.’’
‘‘Demek ki bu biberlik tuzluk taklidi yapıyor. Çünkü bunun içinde tuz var. Üstelik yanındaki tuzlukta da tuz var.’’
*
Bulutsuz gökyüzünde incecik yay gibi bir hilál vardı. Yıldızlar da hilálin ışıltısını seyre gelen konuklar gibi şen şakrak pırıldıyorlardı. Romantizmden ötürü gözlerim yarı kapalı bir uzun hava mırıldanırken, Hasan Mutlucan kalınlığında bir ses,
‘‘Aa, burası tam Mayorka Adası'na benziyor Mükü.’’ dedi. Mükü de,
‘‘Bizim rahmetliyle balayımızı Mayorka'da geçirmiştik’’ diye cevap verdi.
‘‘Ben olsam Rodos'u tercih ederdim. Bir kalamar yapıyorlar, parmaklarını yersin. Üstelik onların rakısı da anason kokmuyor.’’
İki balkon ötemde ben yaşa yakın ama, göbeklerine kadar açık buluzlar giyinmiş, güneşten kapkara kesilmiş iki otel müşterisi hanım sohbet ediyorlardı. Sigaradan sesi bas-bariton olmuş hanımın dediklerine göre, ikisi de hayırlısıyla kocalarını gömmüşler, şimdi yaz-kış turistik turlara katılıp adamlardan kalan paraları afiyetle yiyorlardı. Kadınlar Hong Kong'la Paris'in fiyatlarını mukayese ederken dayanamayıp odama girdim. Romantizmimin ırzına geçmişlerdi.
*
Gece birden uyandım, Süleyman'dan, Erbakan'dan, Ecevit'ten kurtulmuştuk ama, memleketi Baykal'dan kim kurtaracaktı? Adam hababam gidip gidip geliyordu. Ecevit gibi olmasına daha 20 yılı vardı. Fakat ülkenin daha 20 yılı var mıydı acaba?
Vatan-millet meseleleri yüzünden, yayla gibi yatağımda sabaha dek tam dört kez daha uyandım. Sabah da bavulumu toplayıp otelden ayrıldım.
*
Şimdi evde yine turistik ilanlara bakıp tatil hayalleri kuruyorum. Ama bugün üstümde bir tuhaflık var. Nedenini epeyce düşünüp sonunda buldum. Bugün başım ağrımıyor. Ama niye ağrımıyor acaba? Mutlaka yine bir terslik olmuştur.