67'lilerden sizi Allah korusun

Geçen günlerden bir gün midemde bir yanık acısı, belimde oflatıcı bir ağrı, bacaklarımda titrek bir sancı başladı.

‘‘Bre ne oluyoruz, unutmadığımız günler ilaçlarımızı muntazaman alıyoruz, yüreğimize çeki taşı basıp rakıyı da kestik. Oram buram ne halt etmeye sukoyverdi yine?’’ diye homurdanırken telefon üst üste çalmaya başladı. Eş-dost doğum günümü kutladı ve böylece oramın buramın çıkardığı marazanın nedenini anladım. Meğer ben birdenbire 67 yaşına girmişim. Bedenimin hır çıkarıp muhalefet etmesi bu yüzdenmiş. Yeni bir yaşa girmek, resmen faşizm yahu! 67 yaşına basmak ister misin diye kimsenin fikrimi sorduğu yok. Belki ben 25 ya da 35 yaşına girmek istiyorum. 67 yaşı metazori dayatmak demokrasiye sığar mı?

Bu sırada atlet fanilalı biri karşı apartmanın penceresinden göbeğine kadar sarkıp elindeki tüfekle havaya dan dun ateş etmeye başladı. Üst katlardan şehit vermedik ama, iki martı yaralandı. Pencereyi açıp ne olduğunu sordum, Kore'yi yenmişiz meğerse. Martıların Kore'yi tuttuğunu da böylece anlamış oldum. Ben penceremden havaya doğru güm güm diye bağırdım. Sonra da herifi gıcık etmek için seslendim:

‘‘Bak ben bedavaya ateş ediyorum. Senin patlattığın fişeklerin tanesi kaç para enayi? Hem geçinemiyoruz diye zırıldarsınız, hem paraları havaya saçarsınız!’’ dedim. Taze Kore gazisi bir an tüfeğini benim pencereye doğrultacak gibi oldu. Sonra vazgeçip pencereden kayboldu. Ben de giyinip kuşanıp herif kapıya dayanmadan 67 yaşın verdiği atiklikle evden dışarıya fırladım. Ortalık ana baba günüydü. İnsanlar bir taraftan hoplayıp zıplıyor, bir taraftan da araba pencerelerinden göbekleme sarkıp bayrak sallıyordu. Millet durmadan bağrıyordu ama, korna cayırtısından sesleri duyulmuyordu. İnsanımız sevinince niye ille de gürültü çıkarır anlamıyorum. Almanya'daki düğün alaylarında da Türkler otomobillere doluşup bir avaza korna çalarak şehri dolaşıyorlar. Almanlar da dehşet içinde kaldırımlardan kaçışıp ilk buldukları dükkán kapısından içeriye dalıyorlar.

Ben otomobil yapımcısı olsam, trafik kornasının yanına bir düğün kornası, bir de milli zafer kornası koyardım. Böylece Türkiye'de peynir ekmek gibi otomobil satardım.

*

Beni Taksim'e doğru götürmeye başladılar. Aslında ben Beşiktaş'a inip deniz kenarında oturmak istiyordum. Ama kalabalıkta bir delik bulup tüymenin imkánı yoktu. Etrafımdaki kalabalık beni ite kaka Taksim'e doğru sürüyordu. Yürümekten yorulunca bacaklarımı yukarı çekiyordum. Böylece o sıkışıklıkta havada kalıp zahmetsiz yol alabiliyordum.

Taksim'de kurbağa yutmuş gibi olduğumuz yerde hoplayıp zıplamaya başladık. Aslında benim hoplamak gibi bir niyetim yoktu. Ama yapışık olduğum insanlar zıpladıkça ben de aşağı yukarı inip çıkıyordum. Yanımdaki Milli Takım formalı pos bıyıklı adama sordum:

‘‘Biz şimdi niye bağırışıp zıplıyoruz?’’

‘‘Takımımızın galibiyetini kutluyoruz amca.’’

‘‘Sen hiç vergi verdin mi?’’

‘‘Ben seyyar satıcıyım.’’

‘‘Bu top oyunu dediğin masraflı bir oyundur. Stadına, tesisine, futbolcusuna, yediğine, içtiğine, uçağına ve binbir masrafına kervan yüküyle para gider. Bu paralar nereden çıkar? Devletten çıkar. Devlet parayı vergiden kazanır. Sen beş kuruş vergi vermeden ve Milli Takım'a meteliğin geçmeden ne hakla sevinip kutlama yapıyorsun avantacı? Önce sevinmeyi hak et, sonra sevin!’’

Herif suratıma öyle bir baktı ki, elini kolunu sıkışıklıktan kurtarabilse gırtlağıma sarılacağını anladım. 67 yaşımın bir hayli tehlikeli geçeceği anlaşılıyordu. Kimsenin keyfine dokunmak istemem ama, bağrış çığrış hoplayan yüzbinlerin kaçı bu kutlamayı hak etmişti acaba?

*

67 yaşın layt bunaklığıyla televizyonu açmayı unutup maçı seyredememiştim. Gece televizyonun karşısına oturdum. Bir baktım ki amanın... Bizim Hıncal Uluç cıscıbıldak televizyonun karşısına geçmiş, bağırıp duruyor. Mankenlerle bu kadar sıkı fıkı olunca adamın giyim anlayışı değişiyor demek ki. Dediklerine biraz kulak kabarttım. Hıncal,

‘‘Hadi bee, o topa öyle mi vurulur? Koşsana Ümiit!’’ diye oyunculara taktik veriyor. Böylece Kore'yi nasıl yendiğimizi anladım.

Sonra, Şenol Güneş basın toplantısı yapıp uzun uzun konuştu. İyice bir satranç oyuncusu olduğum için ihtimalleri hesaplayıp dediklerinin bir kısmını anladım. Spor yazarlarından dert yanıyordu. Daha teknik direktör olup bismillah demeden oğlanın ne bilgisizliğini bırakmışlardı, ne de imaj fakirliğini!.. Kötü giyinen ve İngilizce bile bilmeyen biri Milli Takım'ın başına nasıl geçebilirmiş? Zaten kaleciden antrenör olmazmış.

Aslında spor yazarlarının kendileri bile farkında değil. Bu öfke Şenol'un futboluna değil, simasına. Saçıyla kaşı birleşmiş bir aksi surat ki, zırıldayan bebelere göster korkudan ağlamayı şıp diye keserler. Allah rızası için biraz gülümse bre Şenol gülüm. Bak Kemal Sunal'la Cem Yılmaz gülüşlerinden ötürü gönüllerde padişah oldular.

Bu arada Karadenizli yurttaşlarımız da Şenol'u Karadeniz çocuğu olduğu için ayrımcılık yapıp sevmiyorlar diye ırkçılığa soyunmazlar mı? Uyy benim Temel'im, bu ne alınganlık, ne öfke! Teknik direktörü bırak, biz Karadenizlileri kaç kere bakan, başbakan yaptık haberin var mı?

Bu spor yazarları (pardon) futbol yazarları (bir pardon daha) kulüp yazarları (son pardon) kulüp söylerleri (çünkü çoğu yazısını söyleyip yazdırıyor) ayrı bir cumhuriyet. Neyi beğeniyorlar, neye kızıyorlar anlayan beri gelsin. Birinin dediği ötekini tutmuyor. Çoğu da eski futbolcu olduğunu unutup yenilere veryansın ediyor. Ben yaşta olanlar onların şerefli mağlubiyet zamanlarını da hatırlarlar. Artık en çok Macaristan zaferi cikletinden kurtulduğumuza seviniyorum.

Spor sayfaları derseniz, gazetelerin en geri kalmış ülkeleri. Üstte kabbak gibi koca bir başlık, altında sayfanın yarısını kaplayan bir fotoğraf... Kalan yere de üç beş haber ve köşe yazısı sıkıştırıp sayfalar yapılıyor.

Neyse, spor basını upuzun bir konu. Keyifli bir günümde belki onu da yazarım. Ama şunu söylemeden geçemeyeceğim; SPOR BASINI ARTIK KENDİYLE YÜZLEŞMELİ!..

*

Bir haftadır içim dışım futbol oldu. Milli Takım döndü, kıyamet koptu. Bu çocuklar onca maçtan sonra yorgun argın 20 saat yolculuk yaptılar. Bırakalım da garipler evlerine gidip biraz dinlensinler diyen bir vicdan sahibi çıkmadı. Hepsini sebilhane bardağı gibi otobüs tepesine, sahneye dizip sözümona karşılama yaptılar. Hiç olmazsa akıl edip karşılamaya bir belediye bandosu takımı getirin yahu! Onca maaşlı bandocu bugüne katılmayacaksa hangi gün çalacak?

Derken işin suyu çıktı. ‘‘Türk olduğumuzu hatırladık!’’ diye gazete başlıkları yayınlandı. Türk olduğumuzu hatırlamak için her gün bir Kore Milli Takımı'nı nereden bulacağız? Anlaşılan yine ‘‘Biz ne millettik yahu?’’ diye dolanıp duracağız.

Tam futbol bunalımına girip gazete okumaz, televizyon seyretmez olup futbol konuşmalarını evde yasaklamışken, torunum Alyeska Amerika'dan tatile geldi ve ilk sözü, ‘‘Evde top var mı dede?’’ oldu.

‘‘Topu ne yapacaksın?’’

‘‘Sana gol atacağım. Ben artık futbolcu oldum. Bizim kız takımının santrforuyum.’’

Ne halt etmeye 67 yaşıma girdim bilmem ki. İhtiyarlık galiba insanda huysuzluk yapıyor.
Yazarın Tüm Yazıları