Paylaş
Hani ülkeler kalemleri almışlar, kan akıtıp çizmişler.
Hani komşular çitleri almışlar, bahçenin etrafına sıra sıra dizmişler.
Öyle bir sınır.
Çocuğun olduğunda bunu daha sık düşünüyorsun.
Çünkü çocuk, sınırları çizilmemiş şekilde geliyor sana. Ne seni değiştirebiliyor ne de senin yaklaşımlarını.
Sen ona sınırlarını çizmeyi de öğretiyorsun.
Daha doğrusu bir şey öğretemiyorsun, kendin ona örnek olarak gösteriyorsun.
Bu, kendinin olması gereken şey olup, ona örnek teşkil etme kısmı, beni annelikte en çok zorlayan şey oldu.
Gandhi’nin “Görmek istediğin değişimin kendisi ol” cümlesi, anne babalığın birinci kanunu.
Senin de sınırların belirsizleşiyor zamanla.
Memelerinden süt gelmesiyle, bedenin dahil ruhun da kapılarını açıyor sonuna kadar.
Bir çocuğun çiğnediği hudut kuralları, sonra o kadar çok şeyde belirsiz hale geliyor ki.
Sorumlulukların, zorunlulukların, uykusuzlukların, endişelerinle korkuların...
Sonunda “Bir dakika benim de sınırlarım olmalı”yı hatırlıyorsun. En başta da çocuğun için. Çocuğun sınır nedir görsün diye, tebeşiri eline alıp en baştan çizmeye başlıyorsun.
Sınırlar, içimizdeki özgür ülkelerimiz. Sınır yoksa, hayır yok. Sınır yoksa, dur yok. Sınır yoksa istemiyorum yok. Sınır yoksa, yalnızlık yok. Sınır yoksa, kendini tanımak, tanışmak yok. Sınır yoksa huzur yok. Sınır yoksa, verim de yok. Sınırın olmadığında, yorgun bitkin kurumuş bir toprak seni bekler. Nereden yağmalandığını bile anlamadan, yastığa başını zor koyarsın.
Benim nerede bittiğimi ve kendisinin nerede başladığını göremeden zaten birisiyle nasıl ilişki kurarsın?
Hepimizin sınırlı sayıda kaynağı var. Herkes, hep bir ağızdan bizden zamanımızı, sevgimizi, enerjimizi, dikkatimizi, paramızı pulumuzu istediğinde nereye kadar ve nasıl dağıtmalıyız? Nerede durmalıyız?
Durduğumuz yerde suçluluk duymadan, bencillikle suçlanmadan ve en önemlisi de kendimizi suçlu hissetmeden nasıl durabiliriz?
Ne önemli soru! Bir çocuğa da gösterilecek ne önemli bir duruş!
“Benim ‘hayır’larım bunlar. Sen dahil herkese ‘hayır’larım var. Onlar benim sınırlarım. Ve onlar oldukça ben mutlu ve özgürüm” diyebilmek. Olabilmek. Orada kalabilmek.
Sınırsız vermenin, insanı nasıl kurak bıraktığının güzel bir hikâyesi var.
Bir tüccar, çölde giderken, kenarda ölmek üzere bir gezgin görür.
Onu alıp, en yakındaki hana götürür. Dinlenmesi, aç kalmaması ve kendini toparlaması için elinden geleni yapar. 2 gün sonra gitmesi gerektiğini söyler.
Gezgin ona “Nasıl yani, beni bu halde bırakıp gidecek misin? Bunu nasıl yaparsın?” diye sorar.
Tüccar kendini kötü hisseder, ona hak verir ve 3 gün daha kalır. 3 gün sonra gideceği yerden bir mektup gelir. Artık gelmesine gerek yoktur.
Geç kaldığı için, onun develeri yerine başka develer almaya karar vermişlerdir. Bu tüccarın iflası demektir.
Tüccar çok sinirlenir. Gezgine bağırır: “Senin yüzünden işlerim mahvoldu! Bunu yapmaya ne hakkın var?”
Hikâye hepimize tanıdık. Sınırlarımızı çizelim ve koruyalım. En fazla da sınır nedir bilsin istediğimiz, çocuklarımız için.
Hanlardan zamanında ayrılmayı da bilsinler.
Paylaş