Paylaş
Çoğu zaman ütüyü bozmam ben. Ama içim buruşukluk istedi mi, işte o zaman da o Nil karşımda duramaz benim.
Dağa gittiğimizde içimdeki sesler kavgaya başlıyor. Şimdi sen koca kadın, dört bin metrelere çıkıp, çıldırmış gibi, aşağı mı kayacaksın yani?
Ya üşürsen/Ya düşersen/Ya unuttuysan, bilemezsen/Ya yorulup da gidemezsen?
Bu şiiri yıllardır duyuyorum içimde. Hangi Nil’in yazdığını da çok iyi biliyorum.
Onun yol tabelalarına kalsa, insan yeni şeylere adım atamaz. Konfor alanından çıkıp, keşifler yapamaz.
Bu defa, malum onu aşağıda bırakmak imkansız, onu da kaptım çıktık yukarı.
İnsan hiçbir zaman tek başına kullandığı bir arabada yol almıyor. Hep dolmuşta. O dolmuşta ailesi var, çocukluğu var, geçmişi var, kendinin onlarca hali var. Hepsi de şoföre para uzatıyor evelallah.
Fakat dolmuşlar da, tıpkı arabalar gibi birçok yöne gidemez. Tek yöne gider.
Birini dinlemek zorundayız. Bazen onu dinleriz bazen bunu.
Önemli olan, kimin sözünü dinlediğini bilmek.
Ki diğerlerine cesurca, dürüstçe cevap verebilesin.
Ben bu sefer, ayağımda snowboard, dört bin metrede suratıma rüzgar eserken, ‘haydi’ diyen Nil’i dinledim. Kulağımı dolmuşta sonra duyulacak olan tartışmalara kapattım.
Kendimi bir çekicin çiviyi duvara çakması gibi, o dağa o ana çaktım. Doğadan çoğu zaman kopuktu hayatım. Dağlara bu kadar dokunamıyordum. Gökyüzüne bu kadar yaklaşamıyordum.
Rüzgarda bu kadar uzun durmuyordum. Tepemde uçan iki metre kanatlı akbabaya rastlamıyordum bile.
Ses yoktu burada. Dağlardan, kardan başka bir şey yoktu. Buraya nasıl geldiğimin önemi yoktu. Buradaydım işte.
Öğreneceklerim vardı. Hissedeceklerim vardı. Burada, bu dağda bırakacaklarım vardı.
Sonrasını merak ediyorsanız, videosu Instagram’daki @niltakipte adresimde.
Kendimi bir tüy gibi eteklerine bıraktım dağın.
Bir öğretmenim vardı, çok az konuşan. Dedi ki: Bir ritim tuttur.
Hayatta her şey ritim. Her, bir ki üç sayışımda döndüm. Dağ ile vals yapıyordum.
Hiç sormadım kendime: döneyim mi? Sorduğumda dönüşüm bozuluyordu, karar verene dek.
En güzeli ritimdi. En güzeli sorgusuz sualsiz dönüşlerimi yapmaktı.
Bir an şunu fark ettim. İşte yıllardır meditasyon yapmak nasıl bir şey acaba diye merak ettiğim şey bu. Bu aktif bir meditasyon. Başka bir şey düşünemiyorsun. Hatta ne yaptığını bile düşünmüyorsun. Yaptığın şeyin içinde kayboluyorsun.
Buna ‘flow’ (akış) deniyor. Bir şeyde akıyor olmak hali, inanılmaz bir diyar.
Kafanın susması. Ne yapacağını düşünmeden yapmak. Bedenin konuşması. Bedenin kafadan ayrılması. Bütün bu duygular... İki dakika bile olsa yeter.
Düşünce beni yakalayana kadar dağda hep bunu denedim. Akış, düşünceden hızlı koşuyor bunu gördüm.
Acaba dedim hayatımıza bu akışı nasıl sokarız? Dolmuştakileri nasıl sustururuz? İçimizde yıllar içinde kafiyelenmiş bütün o ‘aman dikkat’ şiirlerinin ezberini nasıl bozarız?
Dünya delirirken, tutunabileceğimiz bir şey bulduğumu zannediyorum. Doğa. Sükunet. Dağ, rüzgar, kar, akbaba. Kendini zorlayan bir şey bulup, onda daha iyi oluşunu izlemek. Kendini bir kedi yakalar gibi ensenden tutup, alışılmadık bir yere koymak. Sonra gözün açıkken, bir rüyadaki gibi akmak.
Not: Bir de şarkı yazıyorum reçeteye, mutlaka dinleyin. Şarkının adı “Going to a Town”. Önce orijinalini Rufus Wainwright’tan dinleyin, sonra da harika bir yorumunu Lily Allen’dan.
Paylaş