Paylaş
Ankaralı biri olarak hayatımda ne denizlerle, ne dağlarla, ne de vahşi doğayla boğuştum. Tunus Caddesi’nde sokakta oynayarak büyüdüm.
Gel gör ki, doğada olmaya ve onunla oyun oynamaya aşık bir adamla evlendim. Uyum paketim iyi çalışır benim. Her yere, her ortama kısa zamanda uyum sağlayan bir yapım var.
Polene alerjim var ama bir ay kırlarda hapşıra tıksıra yaşarım. Üşümeyi sevmem ama -12’de bir hafta kayabilirim. Büyük dalgalardan ürkerim, ama onların üzerine binip inmeyi öğrendim.
Bu hafta da benim, dağlarla imtihan haftamdı. Bu defa, gözlerini dikmiş beni izleyen dağ, İsviçre’deki Matterhorn’du.
Alışık olmadığım, hoşuma gitmeyecek, zorlanacağım her şeyi kendimi genişletmek için fırsat olarak görüyorum.
Kat kat giyinmeyi de, 3 bin metre tepelere gondollarla çıkmayı da, board’u ayağıma takıp kayacak olmayı da sevmiyorum.
Tepeye çıkınca o sessizlikte, bomboş güneşli pistlerde tek başıma kaymaya; bir dağın eteklerinden aşağı hızla, şarkılar söyleyerek inmeye; ‘yok burası çok dik’ dediğim bir yerden korkusuzca dönüşlerimi yapıp ‘aferin Nil’ demeye bayılıyorum.
Her şey, başlayana kadar. Her şey, bazen birinin söylediği bir cümleyi duyana kadar. Her şey, kimse olmadan yapabildiğini görene kadar.
Bu bir haftada, sadece iki gün, iki farklı öğretmen eşliğinde aşağıya indim. Bir gün birinin, öbür gün ötekinin gözleriyle dağa baktım. Gördüklerimin arasında ‘dağlar vardı’.
İlk günkü öğretmen, beni ikide bir durdurdu. “Board’un neden döndüğünü biliyor musun?” dedi. “I ıh” diye başımı iki yana sallayınca, oturdu kara çizdi.
“Teknik olarak böyle oluyor, şöyle oluyor, sen ağırlığını verince dizini kırınca bükülüyor aslında...” filan dedi.
Mühendismiş. O kadar çok durduk, o kadar çok düzeltti, o kadar çok konuştu ki, günün sonunda “Nasıl geçti?” diyenlere “Bol bol konuştuk, board neden dönüyormuş biliyor musun?” dedim.
Nasıldım deyince, “iyisin ama kendine güvenin yok” dedi. Korkuyormuşum.
Fren yapıyormuşum sık sık. “E olabilir, ben anneyim artık. Ondan temkinliyim. Napayım” dedim.
O günün sonunda, Nil’i “Pek de iyi kayamayan korkak biri” olarak katlayıp rafa kaldırdım.
Ertesi gün, bu öğretmen yoktu. Rafael geldi. Rafael yazın dağlarda tamircilik yapan, kışları da kayak öğretmeni olan biriydi.
Matterhorn, Alplerin hatta Avrupa’nın en yüksek tepelerinden biri.
Bugüne kadar 500 kişi tırmanırken hayatını kaybetmiş. Rafael, dibinde yaşadığı bu dağın tepesine, tam 3 kere tırmanmış.
Fazla konuşmayan, iyi hayat öğrencisi. Şanslıyım ki, benim bir gün öğretmenim oldu.
Onunla da, önceki günkü gibi, dağın bir yerine çıktık.
Onunla da aşağı doğru inmeye başladık. Beni hiç durdurmadı. “Bir şey söylemek ister misin?
Dizlerim doğru mu, öne fazla mı eğiliyorum?” diye sorunca, “Eğleniyor musun..?
O zaman her şey yolunda” dedi. “Fazla konuşmanın faydası yok. Dinleyerek değil, çok yaparak öğrenebilirsin sadece” dedi.
Sürekli, çok çok, hiç durmadan kaydık. O önden ben arkadan, kahkahalar atarak dağla oyun oynadık.
En dik yerlere geldiğimizde, “Buranın düz olduğunu düşün” dedi. Sadece bu cümleyle, cesaretle indim aşağı.
Güzel dönüşlerimle vals yaptım aşağı doğru. Ben dik yerlerde döndükçe, Rafael o pofuduk eldivenleriyle alkışlıyordu.
Dansıma kimse bir şey diyemezdi. Harikaydık dağ ve ben.
Giderken dedi ki, “Dizini, kolunu, duruşunu boşver.
Eğer kendini tehlikeye atacak bir tekniğin yoksa, boarda hükmün geçiyorsa ve en önemlisi eğleniyorsan, gerisinin önemi yok.
Yüzüne baktığımda hep gülüyordun, demek ki kayarken mutlusun, sana neşe veriyor. Tek önemli olan şey bu.”
Son bir soru sormak istedim ona, “Sence kayarken ruh halim nasıl? Endişeli miyim, korkuyor muyum, fazla mı temkinliyim?”
Soruları tuhaf buldu. Kendime sıfat yapıştırmaya çalışmam ona yabancıydı. “You’re alright” dedi. (Gayet iyisin.)
Ben de o gece, cesur, dağlardan aşağı neşeyle kayan, alright Nil’imi alıp katladım.
Paylaş