Paylaş
Eskiden bir terapistin sorduğu soru geldi aklıma: Cenazende, insanlar hakkında ne desinler istersin?
Tuhaf bir soruydu. Ölünce de mi bunu düşüneyim yani? Zaten yaşarken hep bu soru var havada.
Konu komşu ne düşünür?
Amcanlar ne düşünür?
Şu yan şezlongdaki aile ne düşünür?
Babam ne düşünür?
Sınıftakiler ne düşünür?
Davettekiler ne düşünür?
Filanca arkadaşım ne der?
Hayat bu soruya usturuplu cevaplar vermeye çalışırken geçip gidiyor.
Sıkıldığımız yemeklerden erken kalkamıyor, içimizden geçen ‘hayır’ı yutuyor, hayalimizdeki mesleği unutmaya çalışıyoruz.
Jean Paul Sartre’ın “Başkaları Cehennemdir” lafı geliyor aklıma.
İplerimiz başkalarında mı? Başkaları bizim parmaklıklarımız mı?
Hele bu sosyal medya devrinde, konu hepten başkaları oldu. Başkaları baş tacımız.
Hayran olmadıklarımız bile, hayatlarıyla bizimkinden burun farkıyla önde.
Neyi isteyeceğimize onlar karar veriyor.
Luke Burgis “Wanting” diye kitap yazmış. İstemek.
İsterim de isterim başkasındakini isterim. Hepimiz, dikizlediğimiz hayatlara doğru giden arzu tramvayındayız.
Hayatı, insanlar ne düşünür diye yaşadığımızdan, mezar taşında da bunu görmek fazla geldi bana.
İçim acıdı insanlık için.
Böyle sora sora göçüp gideceğiz mi yani bu dünyadan?
Soralım kendimize, başkalarının jürisi olmasa, neleri yapmayı bırakırdık?
Havada o soru asılı kalmasa, neye doğru koşardık bir an gözümüzü kırpmadan?
“Aman kızım ne derler” demeselerdi, kimse de bir şey demeseydi, kim olurduk bugün?
Nasıl biriyiz, birileri bize bakıp durmadığında?
Şunu fark ettim, insan yaş aldıkça, büyüdükçe diyelim, bunları daha az önemsemeye başlıyor.
Kendinin kendin hakkında ne düşündüğü daha önemli oluyor. Bir tür erdem.
Senin benim hakkımda ne düşündüğün beklesin, ben kendi hakkımdaki düşüncelerime bakıyorum.
Neden hakkımda böyle düşünüyorum?
Ben kendi hakkımda ne düşünüyorum? Kendimden memnun muyum? Beraber iyi miyiz? Uyumlu muyuz? Daha iyi nasıl olurduk? Bunlar.
Hatta bence bu da geçiyor sonra. Kendini nasılsan öyle kabul ediyorsun, başkaları da gitgide siliniyor.
Size yazmıştım galiba, “Shiva Baby” filminde bir sahne beni çok etkilemişti.
Bir cenaze evindeki törende, genç bir kız yanlışlıkla ölünün küllerinin olduğu vazoyu yere düşürüp kırdığında, herkes donakalıyor.
Kızın annesi, hiç kimseyi ve hiçbir şeyi takmayıp, yere dizlerinin üstüne inip, kızına sarılıyor.
Ve tuhaf tuhaf bakanlara, ‘ne var yani, olabilir’ diyor.
Ondan utanmıyor, onlardan özür dilemiyor. Onlar yok.
Kızı var. Kız üzgün. Kız ağlıyor. Anne yanında. Onu teselli ediyor.
Başka bir şeyin önemi yok.
Bir annenin, çocuğuna vereceği en büyük hediye, onunla duygulanmak değilse nedir?
Esra Gülmen’in bu işi bana çok sevdiğim Miranda July’ın işlerini hatırlattı.
O da bazı soruları ve cümleleri kocaman taşlara yazar, önümüze diker.
Siz, bu eseri gördüğünüzde ne düşündünüz?
Hayatınızın ne kadarı sizsiniz, ne kadarı başkaları?
Bu olsun bu haftanın da sorusu.
Paylaş