Paylaş
Okuyacağınız satırları yazdığım saatlerde, “Vilâyetin balkonuna çekilecek bayrak” konusunda, henüz “U dönüşü” yapılmamıştı. Ben yazımı tamamladığımda (beklenen ve kanıksanan) “yanlış anlaşılmış” açıklaması yapıldı. Buna rağmen, ben yazdıklarımın omurgasını değiştirmeyeceğim.
Herkes, sayın Bakan’ın cephanelik patlamasına “takdir-i ilâhî” demesini eleştiriyor. Yazılıp çizilenlerden de kimsenin “takdir-i ilâhî”nin ne olduğunu bilmediği anlaşılıyor. Bu kavramı ben size, bildiğiniz bir hayat hikâyesi ile izah edeyim. Öyle bir hikâye ki, “tarif” bundan daha gerçek olamaz...
“1889 yılında İstanbul’da doğdu. 1906’da Harp Okuluna girdi, 1909’da subay olarak mezun oldu. 1913’de Üsteğmen, 1917’de Yüzbaşı oldu. 1922’de İzmir’in kurtarılışından sonra Binbaşılığa yükseltildi. Kurtuluş savaşından önce, Balkan ve Birinci Dünya savaşlarına katıldı. Fahrettin Altay Paşa’ya bağlı süvari birlikleri, Belkahve sırtlarından İzmir’e doğru inmeye başlarken, Ordu İzmir’e akarken... İkinci Süvari Tümen Komutanı Yarbay Zeki Soydemir, öncü olarak Birinci Süvari Alayı’nı görevlendirdi. Öncülerin öncüsü olma görevi de İkinci Süvari Tümeni’nin 4. Alayı’nda Bölük Komutanına verildi. Bornova, Halkapınar, Alsancak... 80 kişilik müfrezesinin başında kente saat 10.30’da giren Yüzbaşı, Kordon’a kurşun ve şarapnel yağmuru altında 40 askerini kaybederek ulaşabildi. Süvariler, Kordonboyu’ndan Pasaport İskelesi’ne dörtnala geldiler. Atılan bir bomba, Yüzbaşı’nın atının önünde patladı. Omzuna ve koluna şarapnel parçaları isabet eden yüzbaşı, parçalanan atını değiştirerek, yoluna devam etti. Hükümet Konağı’nın önünde, makineli tüfek ateşiyle karşıladılar. Onu göğsüne isabet eden mermiler de durduramadı. Atından indi, bir gencin uzattığı Türk Bayrağını alıp, Hükümet Konağı’nın merdivenlerinden çıktı. Bayrağı göndere çekip, selam durdu; görevi tamamladı”. Biz bu hikâyenin mutlu sonunu, hızla akıp giden siyah-beyaz filmlerde izledik. O dakikaları, “Yaraları kim düşünür, ölsem ne gam. İzmir’i kurtarmıştık ya. Bu şerefin öncüleri biz olmuştuk ya...” diye anlatacaktı.
(1922’de Ankara’ya gelen ve Mustafa Kemal tarafından kabul edilen Buhara Halk Sovyetler Cumhuriyeti elçisinin getirdiği hediyeler içerisinde, üç adet kılıç vardı. Bu kılıçlardan biri Mustafa Kemal’e, biri Batı Cephesi kumandanı İsmet Paşa’ya, diğeri ise İzmir’e ilk girecek subaya verilmek üzere getirilmişti. Ve Başkomutan bunu, Meclis kürsüsünden duyurmuştu...)
Kendini bu topraklara adamış “O subay”a, Mustafa Kemal Paşa, İzmir’e gelişinden iki gün sonra, “İzmir” soyadını, 15 Eylül’de de “Üçüncü kılıç”ı verdi.
1951 yılında öldü. Eşi Siret Hanım, “üçüncü kılıcı”, İzmir de açılması planlanan İnkîlap Müzesi’ne verilmek üzere İstanbul Valiliği’ne teslim etti. (Kılıcın akıbeti bilinmiyor).
O subayın, Bu topraklarda, “Türk Bayrağı asılsın mı, asılmasın mı?” tartışmalarını “görmeden ölmesi”, “lûtf-u ilahî”dir. “Takdir-i ilâhi” ise Vilayet’in balkonuna Türk bayrağını çeken o yüzbaşının, “Şerafettin” adını taşımasıdır. “Şerafet”, “şerefli olma” halidir. Kısaca şeref... Nurlar içinde yatsın, “Şeref” elden gidince, “takdir-i ilâhî”, işte bugünkü gibi tecelli ediyor. Bakan haklı...
Paylaş