Paylaş
Son alkışta zaten ayaktaydı seyirciler. Alkışlar da bitince yavaş yavaş boşaltmaya başladık salonu. Kulisin önünde sanatçıları beklerken dostlardan biri sordu: “Ne yazacağınızı çok merak ediyorum?” “Ben de” diye yanıt verdim, “Ben de...”
Koltuklara “Son Müzikhol”ün müşterisi olarak oturtulduğumuzu bilmediğimiz için, daha oyun başlamadan kulağımıza üflenen “arabesk” oynanan “oyun”a gerçekten “seyirci” kaldığımızı vurmuyordu yüzümüze. Nitekim, “güle oynaya” başladı oyun.
“Zenne”nin çarpıcı raksıyla yükselen heyecan yerini “başka bir dünyanın içine çekildiğimizi hissettiğimiz” bir tedirginliğe bırakırken, yüzümüze tokat gibi inen bu “ağzı bozuk” oyun giderek “aslında daha pek çok şeyin yolunda gitmediği”ni ve gözümüzü, kulağımızı kaçırsak da gücümüzün “görmezden geldiğimiz bozuk düzeni” yok etmeye yetmediğini anlatmaya başlıyordu.
Cinsel içerikli küfür ve diyaloglara “koltuğunda yayılarak gülen seyirci”nin ruhunu yelpazeleyen bu “öteki diyalog”un tesirinden kurtulup o koltuğa çivilendiğini fark etmesi ve “kahkahasının yüzünde donması için” biraz daha beklemesi gerekecekti.
Bu oyunu mutlaka izlemelisiniz! Dakika dakika kendiniz keşfedebilesiniz diye, öyküyü burada anlatıp “malûmâtfüruş”luk yapmayacağım. Sadece gördüklerimi “benim gözlüğümden” parantezine alıp, “seyirci”yi, daha doğrusu “seyirci kalan”ı, hattâ “sebep olan”ı, “Bu oyunu bu toplum yazmadı mı?” sorusuyla utandıran renklere değineceğim.
“Müşteri”ye onu bunaltacak kadar çok soru soran, sorabilen bir oyundan söz ediyorum. “Ötekileştirmek” mi, dahası “yok saymak” mı? Anlamı, bir-iki sözcüğe indirgemek mesajı hafife almak, hattâ (sosyal medyanın ucuz çığırtkanlığı misali) kaçak güreşmek olur. Aslında sanatçılar sahneden, “Bizim hayatlarımızı samimiyetle, gönül gözüyle, gazete manşetlerinin hayretten ibaret kalan geçiciliğinden sıyrılıp, kıvırmadan (göbek atmadan yani) merak ettiğiniz olduğu mu sahi?” diye sordular, açık açık.. “İki yüzlü ülkemin binbir suratlı gündemini ‘saklıyor’ musunuz, yoksa ondan ‘saklanıyor’ musunuz?” diye üstelediler.
“...Artık acılarımızın sonuna gitmek zorundayız! Acılar nerede bitecekse oraya kadar gitmek zorundayız. Acılar kıyaslanmaz...” derken Nesime, aynı saklanmışlığı sorguluyordu. Şahin’in, “Buradan çıkış yok!” vurgusu sanki seyirciye söylenmiş gibiydi, “Zenne” mi? O hiçbir şey söylemedi, sormadı da!
“Hayal dünyasından bir hayat” kurmuştu kendine. “Göbek atmıyorum dans ediyorum” isyanının şarjöründen, “Ya siz?” diye görünmez bir kurşun sürdü namluya; silahı “seyirci”ye çevirdi, kocaman bir soru işareti bıraktı sahnede. “Vurdu mu, vuruldu mu?” emin değilim.
“Son Zenne”yi Nilüfer Bıyıklı’nın hikâyesinden oyunlaştıran ve yöneten Serdar Saatman’ı ve Genel Sanat Yönetmeni Levent Özdilek’i zaten tanıyor İzmirli sanatseverler. Sevtap Özaltun (Nesime) ve Cansu Fırıncı’nın (Şahin) emek verilmiş oyunlarını izlemelisiniz. Oyunun perde arkasında pek çok kişi var. Bu etkileyici işi çıkartan ekibin isimlerini burada tek tek sayamıyorum. Dekor ve kostüm tasarımında Oğuz Şahin ve son şarkının söz ve müziği ile öne çıkan Zümrüt Şahin “Tiyatro Oyun Kutusu” olarak tiyatronun yersiz yurtsuz yazgısını 13 yıl zorladılar İzmir’de, yoruldular. Bu kez “İstanbul üzerinden geldiler ki şehrimize” koca salon dolmuş, bir o kadar da bilet bulamayan var... Bu ironi de İzmir’in ayıbı olsun!
Son olarak, 2 saat ara vermeden muazzam bir performansa imza atan Yarkın Ünsal için özel bir parantez açmalıyım. En son, “That Face–O Yüz”de izlemiştim kendisini. Yükselen oyun gücüyle bu kez “iki yüzlü” bir oyuna baş koymuş. Bir ekşi sözlük yazarı, “İnsan kendini oynasa böyle teklemeden oynayamaz” demiş; inanın fazlası var. “Göbek dansı”na teknik olarak verilen emek ve elde edilen başarı burada tarif edilemez. Ama bitirirken özel bir ayrıntının altını mutlaka çizmeliyim. Sanatçının bir eşcinseli “zenne” kimliği ile oynarken “ilk dansta ve son dansta seyirciye gösterdiği iki farklı yüz” bu toplumu utandırmaya yetmiyorsa işimiz zor, gerçekten zor!
Paylaş