Paylaş
Türk dilinin en güzel yakıştırmalarından biridir
ve doğrusu, “Sebilhâne bardağı”dır, malûm.
Sıra sıra dizilmeyi, dizilenleri (ve az biraz da, kuru kalabalığı) tarif eder.
Çeşme, Sebil, Şadırvan (ve hattâ çeşmelerden evlere su taşıyan kişiler olan ”Saka”lar…),
“Selçuklu ve Osmanlı’nın, kadîm su kültürü”ne sembol olmuş sözcüklerdir.
İstanbul’dan yayılarak gelişen su mimarîsi, zirvede “sebil” görünümüyle somutlanmıştır.
Sözlük anlamı “yol” olan sebil kelimesinin, kamu yararına, (Allah rızası için hizmet etmek –parasız su dağıtmak anlamına gelen) “fî sebîli’llâh” kavramından türediği kabul edilir.
Önceleri, dağıtılan su için sebil veya sebbâle, dağıtıldığı yere ise sebîlhâne denilmişse de, zaman içinde kısaca “sebil” olarak benimsenmiştir.
Başından beri sosyal ve dinsel işlev birlikte değerlendirilmiş, çeşmeler ve sebiller, “estetik ve pratik kaygıların birlikte yorumlanması ile taçlanmış incelikli örnekler” olarak iz bırakmıştır.
Anadolu'da ilk sebil, Selçuklular zamanında inşa edilmiştir. İstanbul'un fethinden sonra, şehre 130 tane sebil yaptırıldığı biliniyor. Zamanımıza kadar ulaşabilen en eski sebil, 1503’e tarihlenir ve Şeyhülislam Efdalzâde Hamideddin Efendi’nin Fatih-Malta semtindeki sebilidir (Bugün balık deposu olarak kullanılıyormuş…)
Sebiller, inşa tarzlarına göre dört temel gruba ayrılıyor: “Köşe Sebilleri (Vefâ’daki Hüsrev Kethüda Sebili gibi…), Cephe Sebilleri (Eyüp’teki Mihrişah Sultan Sebili gibi…), Abidevî Sebiller (Azapkapı’daki Saliha Valide Sultan Sebili gibi…), Pencere Sebilleri (Sultan Ahmed Camii Sebili gibi…” Konunun ayrıntılarını, meraklısına ve uzmanlarına bırakalım ama, yeri gelmişken, “Gaffarzâde Sebili, Kâtipoğlu Sebili, Kemeraltı Sinanzâde Sebili, Dönertaş Sebili, Şükran Oteli Sebili”ni de, günümüz İzmirinin “sahipsiz kalmış ve unutulmuş hazineleri” olarak telâffuz etmeden geçmeyelim.
Lâfı bu kadar dolaştırdıktan sonra, nereye getireceğimi merak etmiş olmalısınız. İşte tam da oraya geldik… “Osman Kibar Kavşağı” olarak da bilinen, Ege Üniversitesi’nin ana giriş kapısının bulunduğu kavşaktaki, aylar ve aylar süren “plânlı” (?!) çalışma tamamlanır gibi oldu. İzmir’in, “yılan hikâyesi ile 100 yıl savaşları arasında plânlanan bayındırlık işleri”nden sadece biriydi. Gözler , haliyle “tramvay inşaatının yarattığı karmaşa”ya çevrili olduğu için, sessiz sedâsız, düzenlemenin sonuna gelindi (galiba…)
Nereden biliyorsun ? Çünkü, illüstrasyonlarında, sarmaşıklar ve çiçeklerle bezenmiş olarak görünen, profilden yapılma “yaya geçidi koridorları”na, renkli pleksiglaslar takılmaya başlandı… Son yıllarda, bazı binaların dış cephe kaplamalarında, balkonlarında kullanılıyor bu malzeme… Ne diyeyim ? Herkesin zevkine hitap etmek zor. “Pek tuhaf bir hoşluk olmuş…” deyip geçeceğim. Ama, “Güzel Kent Girişleri Projesi” kapsamında ve İzmir’in, Ankara ve İstanbul girişlerinin düğümlendiği böyle bir kavşakta, misafirleri karşılarken, estetik ve pratik kaygılar yönünden, “ortalama”yı tutturmak, hattâ üstüne çıkmak iyi olurdu gibi geliyor bana… 7000 yıllık bir kentin girişinde, “plastikten üretilen renkli piknik bardaklarını çağrıştıran” bir dekordan fazlası olabilirdi… Hayırlı olsun ! Büyüklerimiz her şeyi biliyor…
Yine de bir öneride bulunalım.
Bu çok işlek kavşağı, özellikle öğrenciler ve yolcular sıklıkla kullanıyor.
“Acaba” diyorum, “ilk defa bir -Kavşak Sebili-miz olabilir mi ?”
Özellikle ABD’de örneklerine rastladığımız,
“çağdaş ve hijyenik, el sürmeden, dokunmadan su içilebilen fıskiyeli sebiller” konamaz mı, bu bardaklı kavşağın yaya geçitlerine ?
Dahası var… Eskiden, sebillerde, “bayram ve kandiller”de, buzlu şerbet dağıtılırmış.
Yakışmaz mı, “Sebilhâne Kavşağı”na, şu İzmirin sıcağında ?
Paylaş