Paylaş
Halifelerin içkiyi yasaklamak yerine bundan gelir sağlamayı tercih ettiği, yasaklama dönemlerinin dini değil siyasi korku motifinden beslendiği, bugün içki içilen yerlerin bistro, pub, bar ve restoran gibi farklı isimlerle anılması gibi Osmanlı’da da meyhanelerin sınıflandırılmış olduğu, Evliya Çelebi’ye göre 1600’lerin ortalarında İstanbul’da binden fazla meyhanenin bulunduğu, Osmanlı tebaasının her dem hakkı teslim edilmesi gereken iyi bir içici olduğu, bu coğrafyada asırlar boyunca hep şarap içildiği, adı zamanla rakı olan ve Arapça’da ‘ter’ anlamına gelen imbiklenmiş ‘Arak’ ile 17’nci Yüzyıl’ın başlarında tanışıldığı, şarabın hakimiyetini Tanzimat dönemine yani 19’uncu Yüzyıl’ın ortalarına kadar sürdürdüğü, Osmanlı’daki şarap kültürünün sanat ve edebiyata da pek güçlü yansıdığı, ‘Testide, kadehte doyamam görmeğe bari / Ey gevher - i şeffaf senin mahzenin olsam’ diyen şair Nedîm ve ardıllarını görmezden gelseniz bile 1838’de vefat eden ve kabri Galata Mevlevîhânesi mezarlığında bulunan şair Ayıntaplı (Antepli) Ayni Efendi’nin, ‘Gice gündüz içüp Erdek şarâbı / Ola Nukl’i mezem ördek kebâbı / Varub sofi içer papazkarası / Olur meyhanede yüzler karası / Sığır dili kavurma kuş kebâbı / Söğüş büryan ile nûş it şarâbı’ dizelerinin vaziyeti yapılmış minyatürleri tercümeye gereksinim duyulmayacak kadar açık bir şekilde resmettiği, fıçı başına alınan ve ‘Hamr’ denilen vergi için ‘Hamr Emâneti’ adıyla düzenli bir teşkilât bile kurulduğu, özellikle 19’uncu Yüzyıl sonlarında filoksera (asma biti) hastalığı Avrupa bağlarını kırıp geçirince Osmanlı’nın Fransa’ya bile şarap sattığı, 1904’te imparatorluğun şarap ihracatının 340 milyon litreye ulaştığı, Osmanlı’da üretilen konyakların Paris’te madalyalar kazandığı (filân) sayılabilir. Yazıma, küçük bir bölümünü taşıyabildiğim bu kültür tarihi notları dışında konuşulanlar söylemek istediğini uyduranların gevezeliğidir sadece. “Şimdi bütün bunlar nereden çıktı?” derseniz...
Hani son yıllarda Yunan adalarına gidip geliniyor ya... Ve üstüne de bir sürü münakaşa yapılıyor... İşte bu gidip gelenlerden çok çarpıcı bir ayrıntıyı gözden kaçırmış ve henüz gidip görmemiş olanlar için küçük bir parantez açalım dedik. Açtığımız “Ege, İzmir ve Bornova” adına büyükçe bir parantezdir aslında...
Samos (Sisam) Şarapçılık Kooperatifleri Birliği tarafından 1934’te kurulmuş Samos Şarap Müzesi’nde aslı korunmuş bir üzüm cinsi var. Duvarlarda, Osmanlı’nın Avrupa’ya sattığı şaraplara ait ilânlar ve camekânların içinde uluslararası yarışmalarda Osmanlı şaraplarının aldığı altın madalyalar sergileniyor. Bu üzümlerden birini bugün bütün dünya “Muscat” olarak tanıyor. Oysa kataloglarda adı “Misket” olarak kayıtlı bir üzüm bu... Coğrafi işareti ise anavatan olarak “Bornova”yı gösteriyor. İşte Bornova Belediyesi, ilçenin dünyaya adını vermiş yerel tarım değerlerinin en önemlisi olan misket üzümü fidanı (ve bamya tohumunu) artık ücretsiz dağıtmaya başladı.
Dünyaya Bornova’dan yayılan (ve Samos’ta korumuş orijinal çubuğunu gördüğünüzde hüzünlendiğiniz) misket üzümü Çamiçi köyünde oluşturulan 5 dönümlük bağda yetiştiriliyor bir süredir. Bugün en büyük tarımsal ihraç ürünlerimizden olan çekirdeksiz kuru üzüm yetiştirdiğimiz Ege’deki bağların bir zamanlar şaraplık üzüm yetiştirilen bağlar olduğu, Ege’nin bugünkü gibi 3 kuruşa üzüm satmak yerine yüksek katma değer içeren ciddi bir şarap ihracatçısı bölge olduğu, Ege’den sadece 1901’de ihraç edilen şarap miktarının 6.5 milyon litre olarak kaydedildiği düşünülürse suyun öte tarafına geçmeden, dönüp bir zahmet önce burnumuzun dibinde yapılabileceklere bir baksak diyorum. Teşekkürler, Bornova Belediyesi...
Paylaş