Paylaş
“GÜZELLEME”ye (özetle) “... yapraklı dalı, barışın simgesi sayıldı tarih boyunca. Sadece yaprağından nice ilaçlar üretildi. Bu soylu aileyi tanımlamak için ona Olea Europaea-Sativa adını verdiler. Efsanelerde, bitkilerin dilinden anlayan ve ölümsüzlüğün ilacını arayan Lokman Hekim’in kaybolan reçetesiyle can buldu, tanelerinden çıkarılan yağının gizemi böylece yaşatıldı” diyerek başlamıştım; 10 seneden fazla olmuş. Devam etmiştim...
“İnsanlık tarihine damgasını vurmuş bitkilerin başında gelen zeytin, soframıza ulaşana kadar her zevkin ve tercihin nazına oynadı. Kâh iğneyle deldiler, kâh taşla ezdiler onu. Tuzlu sularda beklettiler; bazen ağırlıkların altında buruşturdular yüzünü, bazen de nice baharatların tütsülediği lezzetlerle harmanlandı. Özellikle Ege’de, zeytinyağlı mutfağı denilen bir damak çeşnisi yaratıldı; bir kültüre adını verdi ehl-i keyf’in şâheser dedikleri arasında.
Bütün bunlar yaşanırken, olmadan toplanan, acılığını gidermek için kısa süre kireç suyunda bırakıldıktan sonra, çoğu kez tat vermek için limon ve rezene katılan salamurada muhafaza edilen zeytinden, yeşil zeytini yaratmayı başardı meraklısı. Bu bahsettiğim, kuşkusuz yöntemlerden sadece biriydi. Yeşil zeytinin dünya görüşümüzde yarattığı farklılığa ise pek az kimse çatalın ucundaki mütevazı bir renkten fazlasını görerek baktı. Yaşama sevincini ve pozitif düşünceyi, bir zeytin tanesinin iddiasız varlığıyla bağdaştırabilenler de hiçbir zaman çoğunlukta olmadı. Onların gönül gözü kadar can kulağı da kapalıydı. Hiçbiri dinlemenin ötesine geçebilmeyi, yani duymayı da becerebilenlerden değildi. Barmenler, günün birinde bu sıradan yazgıyı sıra dışı ve beklenmeyene çevirdi.
Bilirsiniz, dry vermut (3/4 ölçek), dry cin (1 ½ ölçek) ve birkaç parça buzla çalkalanarak hazırlanan içkinize, usulca birer de yeşil zeytin bırakıverirler. Neden mi? Çünkü derler ki, ‘Yeşil zeytinin son isteği bir martini kadehinde ölmektir...’ Birer beyazı bulunmayan limon kabuğu ilavesiyle, geleneksel-martini kokteyliniz hazırlanmıştır. Artık size düşen elinizde tuttuğunuz kadehi önemsemektir. Çünkü kokteyl sinerjidir, berekettir, uzlaşmanın diğer adıdır... / ... Uzlaşma yoksa lezzet de yoktur. Kokteyl, farklılık ve benzerlerin yönetimidir.”
Yeşil zeytinin hikâyesini okuyanlar, “Siyah zeytinin hakkını mutlaka arayacağız” diye sitem etmeye başlamışlardı da ikinci bir yazı yazmak zorunda kalmıştım. Haşlanmış yumurtanın özenle kesilmiş dilimleriyle bezenmiş fasulye piyazının yüzüne nasıl bakacağımı sormuşlardı. “Üstünde siyah zeytin olmadan sofraya gelir mi?” diye çıkışmışlardı. “Yaradılıştan bu yana bir çift güzel gözü tarif etmek için yazılanları nasıl unutursun?” demişlerdi. “Adına şarkılar yazılan nice sevgilinin âhını aldın” diyenler olmuştu. Ben de ‘Ender Marka’ zeytin ezmesinin etiketini, üzerindeki anneyi ve çocukları hatırlamıştım ister istemez. “Öyle ya, çukurca bir kâsenin içinde parıldayan siyah zeytinin üzerine fiskelenmiş kekik ve pul biberiyle olan sevdâsını kim inkar edebilirdi ki? Bestâkar, ‘Beni âteşlere salan o kapkara siyah gözler’ demiyor muydu? En yoksul sofraların bile misafiri olan siyah zeytini ve onun bir somun ekmekle hatırlanan kutsal beraberliğini, sofraların bereketi saymak rastlantı mıydı? Ailenin bir araya toplandığı kahvaltı sofralarını, eskiyen her şeyle birlikte her mevsim biraz daha fazla özlerken, bir taze günaydın, bir çıtırdayan simit ve ince belli bardaktaki demli çayın sohbetini de, siyah zeytini yâdederek selamlamıyor muyduk?”
Nihayet, dostlarıma demiştim ki, “Siyah zeytinin nimet olduğunu hatırlamak için mutlaka birisinin bir haksızlık yapması mı gerekiyordu? Sonunda, bir şeyi kaybetme tehlikesi belirmeden, hiçbir şeyin farkına varmamaya kararlı olduğumuzu itiraf ettik birbirimize. Bu kararlılığımız, duyarsızlığımıza sahip çıkmak gibi bir şeydi âdeta...” 6 bin zeytin ağacının kesildiğini duyduğumda, “Eyvah” dedim içimden, “Yazı eskimemiş. Uzlaşma yok; ne lezzet, ne de bereket kaldı memlekette. Hele son paragraf aynen duruyor...”
Paylaş