Paylaş
“…Bizimki de dahil, birçok dildeki ‘kapris’ sözünün kökeninde, Lâtince'nin ‘capra’ sözcüğü yatar. ‘Capra’, yani keçi… O sevimli hayvanın yürüyüşü ve hali tavrı, düzensiz sıçramalarla, beklenmedik koşuşlarla dolu olduğu için, iyi düşünmeden ansızın alınan kararların, sürekli değişkenliğin, istikrarsız, düzensiz davranışların, geçici heveslerin adı da ‘kapris’tir. Nitekim, musikide alışılmamış ses düzenlemeleriyle dolu, çok canlı bestelere de ‘kapriçyo’ denir. Çaykovski'nin ‘İtalyan Kapriçyosu’ gibi…” Sözü buraya kadar getiren SOYSAL, tema gereği, yazısında “Paganini”nin ve “Ud’un Paganinisi” denilen “Şerif Muhittin Targan”ın kaprislerinden söz etme fırsatı bulamamış; onları da ben eklemiş olayım.
Cuma akşamı, (son günlerde, kapriçyovari sağlık sorunlarıyla yorulmuş annemi ziyaretten dönerken…) , beni bu satırlara, asıl önemlisi Ankara yıllarına götüren bir naklen yayına rastladım radyoda. TRT, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu’ndan, “İtalyan Kapriçyosu”nu yayınlıyordu. O salona, beni yıllarca elimden tutup götüren annemle, bu çok sevdiği eseri ilk kez dinlediğimiz Cumartesi sabahı geçti gözlerimden, kulaklarımdan…
İtalyan Kapriçyosu, Pyotr İlyiç Çaykovski'nin 1880 yılında, Roma seyahati sırasında orkestra için bestelediği Op.45 numaralı bir fantezidir. (?!) Besteciye esin veren kıpırtı ise, denk geldiği karnavaldır. Kaldığı otelin karşısındaki süvari birliğinde çalınan kalk borusuyla başlayan şaheser, İtalyan halk müziği ve sokak şarkılarının coşkusunu taşır.
Aynı Çaykovski, günlüğünde, “…seyahat dönüşü İstanbul'a uğradığını, boğaz'ı görebilmek için öğleden sonra saat 14:00’e kadar sisin dağılmasını beklediğini; Hotel Luxembourg'da dinlendiğini, Türk postanesinden mektup yolladığını, Galata Kulesi'ni gördüğünü, Tünel’e bindiğini ve Kapalıçarşı'yı ziyaret ettiğini, akşam da gemiyle Rusya'ya geri döndüğünü…” yazar. (İzmir’i ziyaret ettiğine ilişkin bir not yoktur elimizde…) “Osmanlı Pâytahtı”nın, (Kuğu Gölü, Uyuyan Güzel, Fındıkkıran, 1812 Uvertürü ve Yevgeni Onegin gibi…) mütevazı bir tek bestesi olmayan, Romantik Dönemin bu ünlü Rus bestecisine, bir “kapriçyo” armağan edemediği anlaşılıyor. Nitekim, (alaturka bestelenmiş şaheserleri saymazsak) adına bir senfoni yazılması için, 2009’a kadar (iteleyip kakalarken yüzümüzün kızarmadığı) Fazıl SAY’ı bekledi İstanbul…
Bu yazıyı yazarken, bir yandan da, İtalyan Kapriçyosu’nu, Herbert von Karajan yönetimindeki Berlin Filarmoni Orkestrası’nın 1967 kaydından dinliyorum… İzmir adına içimden geçen, Attilâ İLHAN’ın betimlemesiyle, tam bir “beyhudelik hissi”dir artık. Attığında mangalda kül bırakmayan hemşehrilerime de soruyorum:
“Geleneksel müziğimizin bestecileri, birkaç kordon zeybeği ve kordon buluşması ile tarihe not düşmemiş olsalar (ki onların adını taşıyan bir kültür merkezi de yoktur bu kentte…), “popüler müziğin, üç vakte kadar buharlaşacak ikinci sınıf uyduruklar”ından başka ne vardır elimizde söyler misiniz ? 7000 yıllık tarihi olan bir kentin, son birkaç yüzyılı bile, bestecilere neden yeterince ilham vermemiş, vermiyor; hiç merak etmiyor musunuz acaba ? Simgelerini, birkaç yazıya sığdıramayacağımız bu şehrin adına bestelenmiş bir “senfonik eser”, bir konçerto, bir kapriçyo neden yoktur, evrensel sanat arenasında ?
Bu kentin yerel yöneticileri, ne zaman “…düzensiz sıçramalardan, beklenmedik koşuşlardan, iyi düşünmeden ansızın alınan kararlardan, sürekli değişkenlikten, istikrarsız, düzensiz davranışlardan, geçici heveslerden, ‘kazdım hastalığı’ndan…” kurtulup, devâsa bütçeli, anlamlı ödüllerle desteklenmiş, uluslararası ölçekli, bir “İzmir senfonisi ya da besteleri yarışması” düzenlemeyi akıl edecek acaba ?
Paylaş