Paylaş
Fuzulî’nin, “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” lâfzıyla başımıza sardığı lirik melankolisi olmasa, aslında en akıllıcası o ama; “güzel şeyler”den bahsettiğimde yükselen alkış dürtüyor herhalde. Ya da, biraz dokundurduklarımın, “zaten bu işten anlamaz sokağı”na çıkmasına alışmış olmanın pişkinliği…
Kılavuzu “Melih Cevdet” olanlar, biraz daha şanslı. Bırakın sanatı, Şair’in,“…Ben güzel günlerin şairiyim /Saadetten alıyorum ilhamımı / Kızlara çeyizlerinden bahsediyorum / Mahpuslara affı umumiden... / Çocuklara müjdeler veriyorum /Babası cephede kalan çocuklara... / Fakat güç oluyor bu işler / Güç oluyor yalan söylemek...” dizeleri sayesinde, “pembe basının gündemi”ne ayak uydurmak bile mümkün olabiliyor.
Böyle durumlarda, “…bir sanat izleyicisinin, heveskâr kalemiyle buluşmuş gözlemleri”nden ibaret olan çıkarımlarımı, “Usta”ların “el ense çekilmiş” satırlarıyla destekliyorum.
Meselâ, Prof. Dr. Murat Tuncay’ın, benim bir tiyatro oyunumun eleştirisi için kullandığı, “…ortaya çıkan metin, yer yer dramatik estetiğin bazı temel noktalarını zorlasa da, günümüz sahne estetiğinin sınırlarını zorlamayan, keyifli bir akış içinde ilerliyor… Çok daha evrensel, çok daha modern bir yaklaşım içinde. Ama bu yaklaşım oyuna çevrilebildiği takdirde, evrensel uluslararası bir boyut da getiriyor. Bu olanağı çok da ihmal etmemek gerekir…” yollu “zarif fiskeleri”ne özeniyorum da, “keşke ben de derdimi böyle anlatabilsem” diyorum.
Böyle durumlarda, “…sıradan bir sanat tüketicisinin mukayeseli hayretleri”nden oluşan notlarımı, “söylenecekleri benden önce söylemiş olanlar”a söyletiyorum.
Meselâ, hemen aklıma, başrollerini Richard Gere ve Lena Olin’in paylaştıkları 1993 yapımı “Mr. Jones” filmi geliyor. Filmin en vurucu sahnelerinden birinde, “izleyici olarak girdiği salonda, 5. Senfoninin koral bölümüne, -Ludwig buranın böyle çalınmasını isterdi- diyerek sahneye fırlayıp, müdahale edişi”ni hatırlıyorum da, “yoruma imrenen herkese böyle bir fırsat verilebilse” diye iç geçiriyorum.
Cumartesi akşamı, İzmir Devlet Opera ve Balesi, Wolfgang Amadeus Mozart’ın “Don Giovanni” Operasını, “tümüyle yenileştirilmiş farklı bir reji” ile sahneledi. Lorenzo Da Ponte’nin librettosundan yola çıkılarak bestelenen eserin Dünya Prömiyeri, 29 Ekim 1787’de Prag’da ve Türkiye Prömiyeri ise, 1956 yılında Ankara’da yapılmış. Ben eseri, “özgün haliyle” 1980’de Ankara’da izlemiştim. Ve bildiğim kadarıyla, ünlü opera, “güçlü yabancılaştırma öğeleri” kullanılarak; “başka bir şey” olarak 2000’li yıllarda Yekta Kara tarafından (da) tekrar sahneye konulmuştu.
Böyle durumlarda, program kitapçığının “tarafsız yankısı”ndan yararlanıyorum.
Rejisör Mehmet Can El, “izlediğimiz”i, kendi sözcükleriyle (özetle) şöyle anlatıyor: “…Amacım farklı olmak değil, yeniye ulaşmaktı yalnızca… / Modern reji, ancak -tüm bileşenlerin birbirleriyle sıkı sıkıya bağlı olduğu- ‘fikir’ ile gerçekleşebilir… / Açılarını ve de acılarımı kattığım doğrultuda, ‘toplumsal ve ruhsal’ boyut büyük önem kazandı içimde… / Günümüz insanının yapaylığını bembeyaz şekliyle ortaya koyan mankenler. Toplumun yarattığı maskelerle kendi olmayan / olamayan insanlar…. İşte benim ‘Don Giovanni’m / Mozart’ın eşsiz müziğinin bana duyumsattığı ölçüde, metne zarar vermeden, günümüz sosyolojisi ve psikolojisi üzerine bir uygulama sadece… / Beğenmemenin de en az beğenmek kadar anlamlı ve değerli olduğu inancıyla, iyi seyirler diliyorum…”
Sanatçının yaratısı ve emeği, kutsaldır ! Geriye bir tek soru kalıyor: “Amadeus ne isterdi ?”
Paylaş