Paylaş
Geçen yılın aralık ayında, “-Başka bir dünya- için -Özgürlük- sahne alıyor” başlıklı bir yazı yazmış, o tarihlerde köşemi, TAKSAV’ın düzenlediği “4. Uluslararası İzmir Tiyatro Festivali”ne ayırmış ve bir etkinliğin altını özellikle çizmiştim. Çünkü festivalde sadece bir kukla oyunu vardı.
Kukla ve oyuncunun iç içe geçtiği bir tiyatro-performans anlayışıyla yola çıkan “Tiyatro Büyü” büyük kitlelerle buluşup tiyatronun büyüsünü her yere taşımayı amaçlıyordu. “Düşler”in tanıtımında, “...Oyun, seyirciyi, hayal güçlerini kullanarak kendi kişisel dünyalarını sahnelemek için yüreklendirecektir. Hem küçük seyircilerimizin, hem de yetişkin seyircilerimizin kendi içsel yolculuklarını yapmalarına yardımcı olacaktır” denilmişti. “...Yerine daha genç ve hünerli bir palyaço geldiği için sirkteki görevine son verilen bir palyaçonun tren istasyonunda başlayan ve yine tren istasyonunda son bulan düşlerle dolu yolculuğunu” ben de kendi içsel yolculuğumla mukayese etmiş ve “Neticeyi bir gün yazarım, dertleşiriz” demiştim. Bu yazı o dertleşme faslının eksik kalan hesabı içindir...
Festivaldeki özel gösterimi saymazsak, Gürol Tonbul’un yazıp yönettiği, Soner Akçay’ın oynadığı, kukla ve dekor tasarımı da Suat Ünverdi’ye ait oyunun “gala”sı geçen cumartesi akşamı yapıldı. Gala öncesinde basına yansıyan notlarda oyuna can veren tiyatro emekçileri (özetle) şunları söylüyordu: “...Büyü (!) sözü (ise) hem tiyatronun büyümesi anlamında bir dilektir. Aynı zamanda tiyatro kendi içinde bir sihiri (büyü) içerir./Kuklada önemli olan yaratıcı zekâ ve o fikrin iyi anlatılmasıdır./...Düşler bir yolculuk hikâyesi aslında, ama bir alt vurgumuz da var. Bu yolculuk kuklanın yolculuğu mu, bizim yolculuğumuz mu, seyircinin yolculuğu mu? Bu seyircinin karar vereceği bir şey...”
Bu paragrafın bana göre en zor cümlesi, kararı seyirciye bırakan, üstelik seçenekler arasına “Seyircinin yolculuğu mu?” sorusunu da sokuşturan cümledir. Benim yaşımdaki bir adamın, “Alt tarafı bir kukla sordu, duymazdan geliver” diyemeyeceği bir ayrıntıdan söz ediyorum. Oyun sizi hangi kapısından çıkacağınıza kolay karar veremeyeceğiniz bir “sirk”in içinde bırakarak bitiyor. Bakmayın, “ışıklar, müzik...” vurgusunun finaldeki şenlik tadına. O kadar ki, kuklayla oyuncunun birlikte kullanıldığı bu tiyatro performansı için Ulaş Alan tarafından seçilmiş harikulâde müzikler bittiğinde, ben kendi müziğimi eklemek zorunda kaldım sonuna. Sevgili kızımın, “İşine öyle geliyor tabii” diyeceğini bile bile, son dönemeçteki (Napoli Marşı’ydı galiba) Charlie Chaplin rüzgârını kendi şarkımla (60’ına yaklaşan babaların pek sevdiği bir şarkıyla) çoktan değiştirdim bile ben. Bilirsiniz, Orson Welles bütün zamanların “daha genç ve hünerli palyaçoları”na şöyle seslenir: “I know what it is to be young/But you don’t know what it is to be old.” (Ben genç olmanın ne olduğunu biliyorum/Fakat sen yaşlılığın ne olduğunu bilmiyorsun...)
Ama “yorgunu yokuşa sürmeye” de hakkı var sanatçıların. Çünkü onlar da çok zor bir işe soyunmuşlar. Bu kadar “az” şeyle bu kadar “çok” şey anlatmaya niyetlenmek herhalde “tiyatrocu cesareti” ile açıklanabilir. Zaten Tiyatro Büyü, “Düşler Yaşamın Ayrılmaz bir Parçasıdır” diyor motto’sunda. Dahası “küçük hayaller büyük şeyler yaratır” diye binilmiş trene. Denk getirip izlemenizi öneririm. Düşler yarım kalmamalı ki, “kâbus”lar sanattan uzak dursun!
Paylaş