Paylaş
Ama “zülf-i yâre dokunma”nın tehlikesinden olsa gerek, “Ramazan davulcusu” hakkında iki satır lâf eden yok!
Çeşme koylarının huzuru ve selâmeti adına, mülk sahibi işadamlarıyla, tatilciler ve işletmeciler arasında arabuluculuk yapan Sayın valimiz, yaşlıların, hastaların, vardiyalı çalışanların, bebeklerin, oruç tutanların ve tutmayanların da valisi değil midir acaba?
Belediyelerimiz zaten “oy kaygısının eyyamcılığı içinde” kendi gölgelerine saklanmış vaziyette. Onlardan bir şey beklemiyoruz artık. Müzikli mekânlara efelenip, “sokak arası-gece yarısı düğünleri”ne söz geçiremeyen yerel yönetimler, davulculara ayar vermeye kalkıp da “Roman ve hemşehri derneklerinin fincancı katırları”nı mı ürkütmeye cesaret edecek? Geçiniz!
Hâl böyle olunca, gazetelerden öğreniyoruz ki, (hadi –izler- demeyelim...) sapla saman çoktan birbirine karışmış da üstüne borçlu bile çıkmışız... 04.11’deki imsak vakti için, 01.42’den itibaren Evka-3’ün aynı sokaklarında 2.5 saat dolaşarak gümbürdeyen İzmirli davulcunun, Afyon Emirdağ’lı meslektaşları belediyeyi protesto etmişler: “Gece uykusunun en derin olduğu saatlerde, bizler fedakârlık yaparak (bak hele...) vatandaşlarımızı sahura kaldırıyoruz. Karşılığında evlere defalarca gittiğimiz halde (işte bu doğru...) ücret alamıyoruz. Üstüne üstelik bir de dayak yiyoruz. (Eh iş kazası sayılır...) Bu sebeple bu sene bizler Ramazan davulu çalmayacağız...”
Davulcu esnafının (!) isyanı burada kalsa iyi; bakın iş nerelere varmış? Açıkca diyorlar ki, “Belediye bizlere sahip çıksın. Bizim can güvenliğimizi sağlasın. Belli bir ücret belirlesin. Bu ücreti ya vatandaşlarımız ya da belediye ödesin. Yıllardır süre gelen bu geleneğimiz yok olmaktan kurtulsun...” Endişenin kaynağı, gördüğünüz gibi asla bahşişin garantiye alınması filân değil, geleneğin korunmasıdır. Hani, “kendim için bir şey istiyorsam nâmerdim” misâli...
Evet “Ramazan davulu” bir gelenektir. Ama çalar saat, cep telefonu, uyandırma servisleri gibi icatların bulunmadığı devirlere aittir. Toplum hayatının bu kadar girift olmadığı, hayatın bu kadar hızlı yaşanmadığı günlerden kalmadır. Sosyal bir ihtiyaçken, hoşluktur; bir renk, bir lezzet... Aslında bunların hepsinden, “geçmiş zaman” kullanarak bahsetmek gerek. Çünkü “kulağa uzaktan hoş gelen bu ses”, “edep devri”ne aittir. Onu var eden, onu yaşatan, onu tamamlayan veya onunla yaşayan kavramlarla birlikte anlamlıdır. Otomobil alarmlarını tetikleyecek bir hırsla, ticaret aracı olarak ve “çalınmak için çalınan” davul, ne bu devre ne de başka bir boyuta ait olabilir. Ezanın, “insanın çıplak sesi”yle okunması geleneğini (ki çok daha zahmetsiz ve kolaydır) koruyamayan bu millet, 1000 yıllık eserleri, çimento ve 3. sınıf fayans ile restore eden bir devlet, “gelenek” kavramını da elbette işine geldiği gibi yorumlayacak ve (Çevre, Ceza ve Kabahatler Kanunu’na rağmen) popülist kuralsızlığı kural olarak işletirken yüzü kızarmayacaktır.
“İzin alınarak kullanılan -pervasızca- rahatsız etme özgürlüğü” de diyebileceğimiz, bu İslâm estetiğinden habersiz zulüm, tâlip olmasanız ve yararlanmasanız bile, hizmet bedelinin tahsili için kapınıza dayanma tacizini de içerir. Türkiye, arkaik edepsizliğin “gelenek” sanıldığı tuhaf bir “Deli Dumrul” ülkesidir.
Paylaş