Paylaş
Reklamın iyisi kötüsü olmazmış ! (Bazıları öyle diyorlar…)
Buna rağmen, son günlerin “tık”lanma rekorlarına ayar veren gündem içinde,
“Sinyor”un kebapçı ziyareti üst sıralara yükselince,
“Uzakgiller”i bir telâş aldı…
“Mühim kalem”ler, “
“…Alaçatı, Cibes’tir, Şevketibostan’dır.
Radika, turpotu, ısırgan…
Ebegümeci, sarmaşık, enginar’dır.
Zeytinyağlı cennetidir…” diye, bastırmaya başladı.
Oysa… Alaçatı, hayli demdir (17 yıllık bir nimfa misâl ?!);
“sezonluk vurgun, tek atışlık soygun, ‘omurgasız’ yaşam biçimi
ve ‘sonradan gurmelik’ için ‘payitaht’olma” yolunda
hayli mesafe katetmişti; dahası, “parasıyla rezil olma cenneti” listesinde de başa güreşiyordu.
“Nereden biliyorsun ?” diye sorarsanız;
“gitmediğim için biliyorum” der ve eklerim;
“yumurta hakkında fikir yürütmek için mutlaka yumurtlamak gerekmiyor !”
“Neden böyle oldu ?” diye üstelerseniz,
O zaman, “yalnız erkekleri gürültü çıkartan erkek egemen Ağustos böcekleri kabilesi”nin yaşam-ölüm döngüsüne göz atarak, bazı paralellikler kurmamız gerektiğini söylerim.
Amerika’da yaşayan bir türün nimfaları (yani bazı ‘omurgasızlar’ın özellikle böceklerin yetişkin aşamaya ulaşmadan önce kademeli metamorfoz geçiren olgunlaşmamış formu…) 17 yıl sonra topraktan çıkar. Türkiye’de yaşayanlar ise (şarklılara özgü bir sabırsızlıkla olsa gerek…) 4 yıl toprak altında kalırlar. Yani, hayatlarının çoğunu Toprak altında, karanlıkta geçirirler. Yani “aydınlık ve aydınlama” ile pek alâkaları yoktur. Öte yandan, “yaz günlerini çalgı çalmakla geçirip, kışın karıncadan yiyecek isteme hikâyesi”ndeki abartı, Jean de La Fontaine’i meşhur etmiş bile olsa, Ağustos Böceğinin yaşadığı (Alaçatı stili) gerçek hayatı öğrenenler, onun (bu fıtratındaki defo yüzünden) ciddî bir haksızlığa uğradığını kabul etmek zorunda kalırlar. Çünkü; ergin Ağustos Böcekleri sadece 4 haftalık bir ömüre sahiptir; yaz sonuna doğru çiftleştikten sonra ölürler. Yani biraz “mülteci meşrep”tirler. Bu yüzden, çalışmak, savaşmak, yiyecek biriktirmek gibi bir endişeleri ve uzun vâdeli hedefleri yoktur. “Kısa sezonun vurgun”u için yaşarlar.
“Peki bu ‘omurgasız avantacılık’, sadece Alaçatı’ya mı özgü ?” diye ısrar ederseniz, Bu şirin beldemize haksızlık etmeye içim elvermez ve bu sefer de sizleri, birlikte “Pascal Prensibi” üstünde düşünmeye davet ederim. Çünkü, “bileşik kaplar” düzeneğinin “sosyal yansımaları” ancak Pascal prensibinden yararlanılarak, açıklanabilir. (Özetle) “…Şekilleri ve kalınlıkları farklı olan iki ya da daha fazla kabın tabanlarının birleştirilmesi ile elde edilen düzeneğe bileşik kaplar denir.
Bileşik kaplarda tek cins sıvı varsa, her kaptaki sıvı yüksekliği eşit olur. Bileşik kaplardan herhangi birine konan sıvının, diğer kaplara akışı, diğer kaplardaki sıvı yükseklikleri (yani basınçları) eşit oluncaya kadar sürer. Kapların tabanlarındaki sıvı basınçları aynıdır...”
Şekilleri ve kalınlıkları farklı, iki ya da daha fazla kabın “783.562 km²’de birleştirilmiş” tabanı içindeki “toplumsal cıvıklığımız”, uzun süredir, bir kaptan diğerine akıyor... Hangisinden hangisine aktığı konusundaki tespiti, değerli okuyucunun tercih, idrak ve ferasetine bırakmak en doğrusu olacak... Son tahlilde, “ayaklar altında ezilen sosyal tabanlar”ın üstündeki basınç, farklı kaplarda olmalarına rağmen aynı olduğu için, “futbol, siyaset, sanat, bilim, yargı” vs. alanlarındaki rezilliklerin biri de, diğerine göre “üstün” değildir.
Bu son cümledeki “kılçıksız farkındalık”tan sonra, başlıktaki, “yazının ‘karmakarışık’ olduğu yolundaki iddia”mdan vazgeçiyorum !
Paylaş