Paylaş
BATI’DAN BAKINCA
Son zamanlarda ABD’deki İslam-Ortadoğu araştırmalarında, İslam’ı Sünnîlik, Şiîlik ve Sufîlik olarak üç ana kategoriye ayırma ve müstakil olarak inceleme eğilimi gözleniyor. Klasik oryantalistler Şiîliğin ortaya çıkışında siyasi, Sünnîliğin biçimlenişinde hukuki etkenleri vurgularlar. Sufîliği (tasavvufu) ise daha çok İslam-dışı etkilerin ürünü sayarlar. Bunlardan kimisi Yahudi-Hristiyan, kimi Zerdüşt, kimiyse Hint kültürünün etkisini öne çıkarır. Bu görüşlere bazı temelden itirazlar olsa da tartışılan genellikle İslamiyet üzerinde hangi kültürün daha etkili olduğudur.
GELENEK NE SÖYLÜYOR?
Gelin görün ki tasavvufun klasik kaynaklarında böyle bir etki mevzubahis edilmez. Buna göre tasavvuf, tüm İslami ilimler gibi ‘kulu doğru yola iletme ve yaratıcısına yaklaştırma’ gayesi taşır. Hatta ‘ilm-i tasavvuf’, İslam’ın bir nevi ‘yüksek lisansı veya doktorası’ gibi görülür. Öte yandan kişinin öğrendikleriyle ‘amel’ etmesi, yani bilgisini davranışlarına, haline yansıtması gerekir. Tasavvuftaki ‘hâl ilmi’ de, diğer ilimlerdeki gibi usta-çırak (şakird) ilişkisiyle öğretilirdi. Üstelik mutasavvıflara göre bu ‘öğreten-öğrenen’ usulü sonradan değil Kur’an’da belirtildiği üzere Allah’ın Hz.Adem’e isimleri(ni) öğretmesiyle başlamıştır. Hızır ve Hz.Musa ilişkisinde olduğu gibi peygamberlerce sürdürülmüş ve Hz.Muhammed’le son şeklini almıştır… Hz.Peygamber’in yetiştirdiği Hz.Ali –bazılarına göre Hz.Ebu Bekir- başta olmak üzere, bir kısım sahabe benzer şekilde talebe yetiştirmiş, ve böylece sözlü gelenek kesintisiz devam etmiştir. Dolayısıyla her mürşidin mutlaka Hz.Peygamber’e bağlanan sağlam bir silsilesi olmalıdır. Tüm bunlar tasavvufun kendini İslam’dan ayrı görmediğine dair işaretlerdir.
Sufîliğin Sünnîlikten (duruma göre Şiîlikten) ayrı bir ‘mezhep’ olduğu görüşüne gelince… Bunun da karşılığını klasik metinlerde bulmak oldukça zor. İmam Gazzalî’nin, Adülkadir-i Geylanî’nin, Ahmed er-Rufaî’nin ve daha nicelerinin sünnete riayet konusundaki sözleri/yazıları bu teorilerle büyük ölçüde çelişiyor. Benzer bir durum Şia için de geçerlidir.
GELENEĞE BİLİMSEL YAKLAŞIM
Peki ama Batılı araştırmacıların görüşleriyle gelenek arasındaki bu çelişki giderilebilir mi? Madem ‘ehl-i sünnet ve’l cemaat’ veya ‘ehl-i tasavvuf’ gibi kavramlar, yazılı metinlerde Hz.Peygamber’in vefatından hayli zaman sonra belirginleşti… Öyleyse bunlar ‘icat edilmiş gelenekler’ midir (invented tradition)? Yoksa kökleri İslamiyet’in ilk dönemlerine mi dayanır?
Feryal Salem’in Brill akademik yayınlarından çıkan kitabı, işte bu sorulara aradığımız yanıtlar için bize yeni kapılar açıyor. Salem’in “The Emergence of Early Sufi Piety and Sunni Scholasticism” (Erken Dönem Sufî Dindarlığının ve Sünnî Öğretilerin Yükselişi) başlıklı eseri bizi İslamiyet’in ikinci yüzyılına götürürken, Abdullah bin Mübarek’in yaşamına ve eserlerine odaklanıyor.
ÇOK YÖNLÜ, TİTİZ BİR ALİM
Abdullah bin Mübarek 736 yılında, günümüzde Türkmenistan sınırları içinde yer alan Merv şehrinde dünyaya geldi. Babası Türk’tü. Gençlik yıllarında Emevî Devleti’nin çöküşüne ve Abbasi Devleti’nin kuruluşuna tanıklık etti. 23 yaşından itibaren eğitim almak için İslam coğrafyasının kültür merkezlerini dolaştı. Hayranlık uyandıran güçlü hafızası ve dikkati sayesinde kısa zamanda bilgisini arttırdı. Ebu Hanife (İmam-ı Azam), İmam Malik, Ma’mer bin Raşid ve Süfyan es-Sevri gibi devrin pek çok önemli ismiyle tanıştı; onlardan ders aldı, kendi bilgilerini paylaştı. Yıllar içinde İslam coğrafyasının en saygın alimlerden birisi olarak kabul edildi. Feryal Salem’e göre hadis kaynaklarına titiz yaklaşımı ve yöntemi, pek çok alimi doğrudan etkiledi. Eserlerinin çoğu günümüze ulaşmasa da onun kayda geçirdiği hadisler belli başlı tüm külliyatlarda yer aldı.
ZÜHDÜN KUTBU
İbn Mübarek sadece bir hadis otoritesi veya fıkıh alimi değil aynı zamanda bir zahid idi. ‘Dünya malına; makama-mevkie, şan-şöhrete ve servete gönül bağlamamak’ olarak özetleyebileceğimiz ‘zühd’, sonradan tasavvuf adını olacak olan dinî tavrın özüne denk düşüyordu. Zühde bağlanmış kişilere zahid denirdi. ‘Zahidane’ yaşayış, sonraki devirlerde ‘sufiyane’, ‘dervişane’ yaşayış olarak anılacaktır. (Öte yandan zahidlik Osmanlı’da zaman zaman, dinin sadece dışına bakan, hatta ‘bağnaz’ gibi tam ters anlamda kullanılmıştır. Örneğin, Bezcizade Mehmed Muhyiddin Efendi’nin “Zahid Bize Ta’n Eyleme” sözleriyle başlayan meşhur nutk-ı şerîfi.)
İbn Mübarek’in günümüze ulaşan en önemli eseri “Kitabu’z-Zühd ve’r-Rekaik” adını taşır**. Kendi türünün ilk örneği olan bu kitap, Hz.Peygamber’in ve sahabenin zühd konusundaki hadislerine yer verir. Böylece İbn Mübarek, Kitabu’z-Zühd ile tasavvuf geleneğinin özünü, Müslümanlığın ilk kuşağına bağlamış olur. Ayrıca Kuşeyrî Risalesi ve İmam Gazali’nin İhya-u Ulûmi’d-Dîn gibi tasavvufun en temel eserlerinde Kitabu’z-Zühd’teki temalar yinelenir.
HEM ZENGİN, HEM ZAHİD OLUNUR MU?
Bir alim olarak Müslüman coğrafyasını gezerken Tarsus’a kadar gelip Bizans’a karşı savaşmasının yanı sıra Abdullah b. Mübarek’in çok önemli bir özelliği daha vardı: Başarılı ve varlıklı bir tüccar oluşu. Elbette zahidane (dervişane) bir yaşamı salık verip bol para kazanmak pek çok kişinin zihninde bir çelişkiydi. Hatta F.Salem’den öğrendiğimize göre Horasan’ın ilk büyük sufîlerinden Fudayl b. İyaz, herkese daha azıyla yetinmeyi tavsiye eden bir kişiyken nasıl olup da ticaretle uğraşabildiğini sormuştu. İbn Mübarek cevaben, kazandığı parayla kendisinin ve ailesinin hiç kimseye muhtaç olmayacağını, böylece sadece Allah’a yönelip dinlerini eksiksiz yaşamalarının mümkün olacağını söylemişti. Üstelik maddi bağımsızlık ona hükümdarlara muhtaç olmadan ilmini geliştirme imkânı sunuyordu. (Ebu Hanife ve Süfyan es-Sevri’de de aynı tavrı görürüz). Eğer parayla ilişkisi sözlerle sınırlı kalsaydı ve hâline yansımasaydı, İbn Mübarek pek çok eleştiriye uğrayabilirdi. Ne var ki, yüksek kazancına karşın gösterişsiz bir hayat yaşayıp alçak gönüllülüğünü sürdürmesi; ilim yolcularına kaynak sağlaması; çok sayıda kişiyi hacca gönderip (ki o dönemde hac aynı zamanda bir tür akademik buluşmaydı) masraflarını karşılaması; ve tabii fakirlere cömert yardımları, bu sözlerinde samimi olduğunu ortaya koyar. Feryal Salem onun bu niteliğinin, tasavvufu etkilediği düşünülen ‘Hristiyan çileciliği’ veya keşişlik ile hiçbir şekilde örtüşmediğine dikkat çekiyor. Nitekim İbn-i Mübarek’e göre zühd dünyayla alakayı kesmek değil, kişinin dünyayı gönlüne sokmamasıdır. Bu inancını şöyle özetlemiştir: [Biz] “İlmi dünya için öğrendik, ama ilim bize dünyaya bağlanmamayı öğretti”.
YENİ ÇALIŞMALARA DOĞRU…
Feryal Salem, araştırmasında Abdullah b. Mübarek örneğinden hareketle, “proto-Sünnî” (Sünnîlik öncesi) ve “proto-Sufî” dönemi irdelediğini belirtiyor. Elbette kitabının yegâne varlık nedeni bu yazının başında değindiğim paradigmalara cevap vermek değil. Bununla birlikte Salem’in çalışması, özellikle sufîliğe atfedilen dış etkenlerin ağırlığını yeniden düşünmek gerektiğine; İslamiyet’in iç dinamiklerine daha yakından bakmanın önemine dikkat çekiyor. Bu yönüyle genç araştırmacılara -manevi aidiyetin ötesinde- dikkatli ve analitik tezlerle mevcut anlayışın nasıl sorgulanabileceğine dair ilham veriyor.
*Feryal Salem, “The Emergence of Early Sufi Piety and Sunni Scholasticism: Abdallah b. al-Mubarak and the Formation of Sunni Identity in the Second Islamic Century”, 2016.
** “Kitabuz-Zühd ver-Rekâik” (Kalbin İncelikleri), çev. Abdullah Samed Afaracı, 2004 ve 2015.
Paylaş