Paylaş
Herkesin işlediği suçları, tek bir kişiye yıkmak nasıl yanlışsa; diğerlerinin tavrını bahane edip kendi kusurlarını görmezden gelmek de yanlış değil midir?
İzleyenler hatırlar... Alman yazar Bernhard Schlink’in romanından uyarlanan The Reader (Okuyucu, 2008) adlı filmde çok kritik bir yargılamaya tanık oluruz. II.Dünya Savaşı sonrasında Nazi dönemi sorumlularını yargılayan mahkemelerde sıra, alt düzey görevlilere kadar gelmiştir. Çok sayıda kadın gardiyan, toplama kampında 300 Yahudi kadının, kilisede yanarak ölmesine göz yumdukları için yargılanmaktadır. İçlerinden biri, Hanna Schmitz, geçmişteki davranışları, hal ve tavırlarıyla diğer gardiyanlardan hayli farklıdır. Toplama kampındaki korkunç olayları reddetmese de, yangın olayında yer almadığını söyler. İşte filmin kritik sahneleri bu mahkeme sırasındadır: Hanna’nın kendine bakışındaki eziklik, sessiz inatçılığı ve ayrık duruşu, suçun neredeyse sadece onun üstüne kalmasına yol açar. Onun bu taviz vermeyen, gururlu halini fırsat bilen diğer gardiyanlar, yanıltıcı ifadelerle suçu Hanna’ya yıkıp, kendi sorumlulukları bir anda hafifletirler. Hepsi birkaç yıl cezayla kurtulurken, katliamın azmettiricisi ve ele başı ilan edilen Hanna, ömür boyu hapse mahkum olur.
İşte ben, Avrupa parlamentolarının Tehcir’i soykırım olarak niteleyen kararlarını, bu mahkemeden sıyrılan gardiyanların tavrına benzetiyorum. Evet, Hanna da gardiyanlardan biriydi, ama yalnız değildi.
PEKİ YA, ÖTEKİ GARDİYANLAR?
Şu kadarını en fanatik Türk karşıtları bile kabul edecektir: I.Dünya Savaşı’nı Osmanlı çıkarmadı. Peki bu korkunç savaşta 16 milyon insan, sadece Osmanlı silahlarıyla mı öldürüldü? Bunların 7 milyonu sivil kayıplardır. Hani deniyor ya, “Türkler 1,5 milyon silahsız insanı katletti” diye... Bu hesaba göre diğer 4,5 milyon sivili kim öldürdü o zaman?
1915 olaylarını soykırım olarak mühürleyip Türkiye’nin de bunu kabul etmesini isteyenler, şu soruları da yanıtlasa keşke: 1864 Çerkes Sürgünü’ne kim yol açtı? Kafkasya’dan, Kırım’dan, Batı Karadeniz’den, Türkleri, Tatarları ve diğer halkları göçe kim zorladı? Balkan Savaşları sırasında yüzbinlerce kişiyi kim ölüme ve sürgüne yolladı? Peki, II.Dünya Savaşı’nı kim çıkardı? Onun da ilham kaynağı, Osmanlı Türkleri miydi yoksa?...
“ORTAK SUÇLAR”LA YÜZLEŞMEK
Bu çok taraflı kırım ve kıyım listesini geçmişe doğru, sayfalarca uzatmak mümkün. Ancak şunu tekrar tekrar söyleyelim: Bu liste, İttihat ve Terakki yönetiminin, elde kalan toprakları korumak adına giriştiği tehcirin, büyük bir drama ve katliama yol açtığı gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bu liste, yaşananları sıradanlaştırmaz. Bu liste, “canım herkes yapmış, ne var yani?” gibi duyarsız bir yaklaşımın da temeli olamaz. Ne var ki bu kısa liste, o dönemde yapılan hataların sadece Osmanlı Türklerine (ve Kürtlerine) ait olmadığının göstergesidir. Bu liste, zulme uğrayanların –sadece- suçsuz Ermeniler olmadığının göstergesidir. Dolayısıyla büyük resimdeki her milletten ve her dinden 16 milyon “savaş kurbanı”nı görmezden gelip, meseleyi “Tehcir kurbanları” ile sınırlamak, çok yanlıştır. Geçen yüzyıldaki toplu ölümler içinden sadece birini işaret etmek; acıları tek yönlü tanımlayıp diğerlerini anmamak, ne adaletle açıklanabilir, ne de bilimsel ahlakla.
Ama yine de bu çelişkilerin arkasına saklanıp, “tek yanlı tarih yorumu” tuzağına düşmeyelim. Gelin, geçen yüzyılın “suçlar listesi”ne değindiğimiz gibi, Batılı devletlerin “özür listesi”ne de bakalım.
II.DÜNYA SAVAŞI ÖZÜRLERİ
“Özür”, 60 milyon insanın öldüğü II.Dünya Savaşı ardından siyasi sözlükte kendine yer buldu. Savaşı kaybeden Almanya, haliyle soykırım suçunu kabullendi ve uzun yıllara yayılan bir süreçte tazminat ödedi. Alman Şansölyesi Willy Brandt, II.Dünya Savaşı’ndaki Varşova Ayaklanması kurbanları anıtı önünde sessizce diz çökerken (Warschauer Kniefall, 1970), Alman işgali için üzüntüsünü sembolik olarak da göstermişti.
Savaşın diğer kaybedeni Japonlar ise, 1957’den itibaren Burma, Avustralya, Kore ve Çin’den savaş yılları için özür diledi. 1995’te, II.Dünya Savaşı’nın 50. yıldönümünde Japonlar’ın özür diledikleri arasında, askerlerin “rahatlaması” için zorla kullanılan 200 bin Asyalı kadın da vardı.
LİBERAL RÜZGARLARIN GETİRDİĞİ ÖZÜRLER
Devletin toplumlardan veya bireylerden “zorunlu olmadığı halde” özür dilemesi kavramı, 90’lardan itibaren öne çıktı. 1993’te Hawaii Krallığı’nın yıkılışının 100. yılında, ABD, Hawaii halkından resmen özür diledi. 2004 yılındaysa Kongre, Amerikan yerlilerinden (Kızılderililer), “ABD halkı adına” özür dilediyse de kararın yumuşatılmış bir versiyonu ancak 2009 yılında Başkan tarafından onaylandı. Ne var ki kamuoyunda öne çıkarılmayan ve hükümet tarafından pek duyurulmayan bu karar, “sessiz özür” olarak eleştirildi.
Gorbaçov yönetimindeki Sovyetler Birliği, 1990 yılında, II.Dünya Savaşı sırasında 22 bin Polonyalı asker ve sivilin öldürüldüğü “Katyn Katliamı”ndaki sorumluluğunu kabul etti. Yeltsin 1992’de, emri Stalin’in verdiğini gösteren belgeleri Polonya’ya verdi. Duma ise 2010 yılında Stalin’i ve Sovyet görevlileri kınayan bir karar çıkardı.
Kraliçe Elizabeth, 1995’te, Yeni Zelanda yerlileri Maorilere seslenerek, adanın Britanyalılarca işgalinden kaynaklanan can kayıpları ve alt-üst olan yaşamlardan duyduğu “derin üzüntü”yü ifade etti. Kraliçe ayrıca 1997’de Hindistan’da 1919 yılındaki İngiliz saldırısında ölenler için üzüntüsünü bildirdi. Aynı yıl Tony Blair, İrlanda’da, “Büyük Kıtlık” dönemindeki İngiliz siyasetinin neden olduğu pişmanlığı anlattı.
Papa II.Jean-Paul, 2000 yılında İsrail’i ziyareti sırasında, Katolik Kilisesi’nin tarih boyunca Hristiyanların anti-semitik eylemlerinden “üzüntü duyduğunu” bildiren bir açıklama yaptı.
Kanada, yerli Metis ve İnuit halklarından, Avusturalya ise Aborijinlerden 2008 yılında Başbakanları aracılığıyla özür diledi.
ÜZGÜNÜZ...
Pek çok irili ufaklı ekleme yaparak bu listeyi de uzatmak mümkün elbette. Bu anlamda Batı devletleri üzerindeki özür baskısının “dış güçlerden” değil, iç dinamikler, uluslararası ilişkiler ve sivil toplum girişimlerinden kaynaklandığının altını çizelim. Ve kamuoyu önünde bir devlet başkanının bir konuda “üzüntüsünü belirtmesi”ni de küçümsemeyelim. Öte yandan tüm bunların, kölelik, ırk ayrımcılığı, sömürgecilik, işgal vb. nedenlerle Büyük Britanya, ABD veya bir başka Batılı ülkeye karşı hukuki suçlamaya dönüşmeyecek bir sınırda tutulduğunu da unutmayalım*. Bu açıdan baktığımızda, Türkiye’nin “Osmanlı Ermenileri’nin Tehcir”de yaşadığı acıları ve üzüntülerini paylaştığına dair ifadelerini benzer bir adım olarak görmek mümkün**. Öte yandan Türkiye’nin bu konuyu yıllardan beri çok boyutlu olarak ele almamasının yanlışlığı da ortada. Konu ne olursa olsun, inatçı -Hanna Schmitz- suskunluğu, uzun vadede hep aleyhinize işliyor.
* Nitekim BM’nin 1948 tarihli “Soykırım Sözleşmesi”, iç endişeler nedeniyle ABD’de ancak 1988 yılında onaylandı. Üstelik, “ABD Anayasası hükümleri üzerinde olmamak” kaydıyla.
** Yukarıda örneklenen hiç bir devlet, aslında Türkiye ile aynı durumda değil. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, hukuken Osmanlı Devleti’nin doğrudan devamı değil.
Paylaş