Paylaş
İstanbul Suriçi’nde geçen filmi izlerken aklıma 175 yıldır bir türlü hayata geçirilemeyen dev “kentsel reform” projeleri ve ‘mahalle’nin akıbeti geldi.
“Sokakları tamamen hendese üzere (geometrik biçimde), satranç nakşı gibi düzenlemiştir. Hepsi tertemiz kaldırım döşelidir... (Çarşı pazardaki dükkanlar) o kadar tertip üzere sıralı ve düzgün yapılmış, öyle bakımlı ve süslüdürler ki...”
Evliya Çelebi Seyahatname’de 1665 yılında gezdiği Viyana’nın düzenli yapısını bu övgü dolu sözlerle anlatır. Ancak Evliya Çelebi için mahalle mahalle gezdiği İstanbul, Viyana’dan (Beç) aşağı kalmadığı gibi çok daha fazla övgüye layıktır.
Bu beğeni, ondan 170 yıl sonra yazan Mustafa Reşid Paşa’da yerini endişeye bırakmıştır. Paşa, elçi olarak bulunduğu Londra’yla İstanbul’un binalarını karşılaştırdığında hayli dertlidir çünkü. 1836’da payitahta gönderdiği mektupta bunu açıkça dile getirir.
Büyük yangınlarla İstanbul’da evler kül olunca Avrupalılar, küçümseyerek Osmanlı diplomatlarına şöyle dermiş:
“Ahs¸ab ebniyeyi (binaları) bayagˆı yanmak ve kendünizi müflis etmek içün bunca akçeler sarfıyla ins¸a ediyorsunuz. Aceba memleketinizde tas¸ yok mudur ve tugˆla imalini ve kârgir (taş-tuğla bina) ebniye ins¸asını bilenler bulunmaz mı?”
150 YILDA HAYATA GEÇEBİLEN DEV PROJELER!
Tanzimat döneminin önemli isimlerinden olan Mustafa Reşid Paşa, kolayca yanan, ‘geri kalmış’ ahşap binalardan kurtulup, bir an önce kâgir binalara geçmek için Avrupa’ya mimarlık eğitimine öğrenciler gönderilmesini istiyordu.
Nitekim İstanbul’un modern bir kente dönüştürülmesi yolunda ilk düzenleme Tanzimat Fermanı’ndan bir kaç ay önce getirildi.
Elbette, Osmanlı’nın ‘kentsel reform’ ihtiyacının “Batılılar ne der?” sorusundan başka nedenleri de vardı. 19.Yüzyıl’da İstanbul’un nüfusu göçlerle çok hızlı biçimde artmaya başlamıştı. 1840’larda 350 bin dolayındaki nüfus, 30 yıl içinde 850 bini aşmıştı. Balkan Savaşı’ndan sonra bu sayı 1,2 milyona ulaşacaktır! Ayrıca buharlı gemi, demiryolu, tramvay ve sonrasında otomobil; kanalizasyon sistemleri, elektrikli aydınlatma gibi gibi teknolojik yenilikler de dönüşümü zorluyordu.
Tüm bunların farkında olan Osmanlı yöneticileri, Batılılara önce haritalar, ardından da ayrıntılı kent planları hazırlattılar.
İstanbul için 19.Yüzyıl’da öylesine ‘vizyoner’ projeler hazırlanmıştır ki: Tanzimat döneminde H.Von Moltke, Abdülhamid döneminde ise F.Arnodin, J.A.Bouvard planları...
Örneğin 1840’larda en geniş cadde olan Divanyolu bile 6 m. genişliğindeyken, şehirdeki tüm caddelerin en az 7,6 m. olması kuralı getiriliyordu!
Planlar içinde Haliç’e uzanan sahil yolu da vardı. Bu fikir, ancak 150 yıl kadar sonra, 1987’de Özal-Dalan döneminde hayata geçer!
1900’de planlanan Boğaziçi Köprüsü ve çevre yoluna, 1973’te ulaşılır.
Bir diğer önemli hedef ise geniş bulvarlar ve bağlantılı yollar açmak için şehirdeki çıkmaz sokakların ortadan kaldırılmasıydı.
Halbuki İstanbul’daki çıkmaz sokaklar mimari bilgisizliğin değil, Balkanlar ve Ortadoğu’nun yüzlerce yıllık ‘mahalle’ yaşam biçiminin ürünüydü.
ŞİŞLİ’DE BİR APARTIMAN, YOKSA EĞER HALİN YAMAN...
İstanbul’da yeni binalar yükselirken Avrupa şehirlerindeki değişimin modernleşmenin bir gereği mi, yoksa sonucu mu olduğu pek sorgulanmadı.
Üstelik bu kavuğu çıkarıp fes giymekten daha karmaşık ve çok daha pahalı bir işti. Zaten tüm o iddialı projeleri hayata geçirmek için yeterli para da bulunamadı.
Biraz da bu nedenle, mimari ve kentsel modernleşme ‘esas’ İstanbul’da değil, Pera’da, yani Beyoğlu’nda daha güçlü şekilde gerçekleşti.
Bu doğrultuda Galata surları 1865’te yıkıldı. İstanbul, yıkılan bahçeli ahşap evlerin yerini alan apartmanlarla yine bu bölgede tanıştı.
Bir istisna sayılabilecek olan “Teşvikiye”, bu tür bir modern mahalle oluşumunu “teşvik” etmek amacını taşıyordu. Arzulanan yeni saraya yakın, bir nevi “Müslüman Pera” idi.
ESKİ MAHALLELERİN YANINDAKİ MODERN SEMTLER
Gerek Osmanlı, gerekse Cumhuriyet döneminin mega projeleri genellikle yeni “modern mahalleler” oluşturulmasını hedeflemiştir.
Yani bu projeler aslında “mahallenin modernizasyonu” üzerine eğilmez.
Tamamen yeni semtler kurmak (ya da eskiyi yıkıp, yenisini inşa etmek) çok daha kolay bir yoldur haliyle.
Oysa bu yaklaşım, yenilikçilik gibi görünse de dönüşümü ıskalar, pas geçer.
Çünkü yapılan, eski kültürü yenilemek değil onu terk etmektir.
Dolayısıyla terk edilen yok olmaz; ancak eskir ve bozulur.
Nitekim ‘mahalle’ zamanla -“Teneke Mahallesi”, “gecekondu mahallesi” örneklerinde olduğu gibi- alt sınıflara ait bir çağrışım kazanır. Onun yerini semt, muhit, bölge gibi kavramlar alacaktır.
Batılılaşmayı hedefleyen Geç Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in (Menderes dönemi dahil) modern ‘yeni mahalle’ tercihi, çok da garip sayılmaz aslında.
Ama 1994’ten sonraki duruma şaşırmamak elde değil...
HAYATA YANSIMAYAN BİR SÖYLEM
İstanbul son 20 yıldır, Osmanlı geçmişini öne çıkaran, tarihi mirasıyla gurur duyan bir siyasi görüş tarafından yönetiliyor. Hatta bu görüş doğrultusunda, Osmanlı’nın Batılılaşma yüzünden yıkıldığını dile getirenler dahi var.
Ancak bu eleştirel ideolojinin, kent planlamasına ve mimariye yansıdığını söylemek mümkün değil.
Hatta tam tersi geçerli...
İstanbul’un dört bir yanına dikilen dev binalarda, sitelerde ne Osmanlı mimarisinden, ne de mahalle kültüründen bir ize rastlamak mümkün değil.
Oysa 150 yıl önce Batılıların hazırladığı projeler bile Abbasi-Endülüs, Selçuklu ve Osmanlı mimarisinden esintiler taşıyordu.
Günümüzdeki “anti-Osmanlı” mimarinin tek istisnası camiler olsa gerek.
Ancak o da ‘geleneğin gelişimi’ üzerine değil, ‘geçmişin tekrarı’ üzerine kurulu.
Hal böyleyken, ne gerçek anlamda bir muhafazadan, ne de hakiki bir ilerlemeden söz etmek mümkün olmuyor.
(Başarılı bir şekilde restore edilen ve yaşatılan tarihi köşkleri, sarayları ve mekanları ayrı tutuyorum. Yapılanların hakkını teslim etmeliyiz. Burada bahsettiğimiz konutlar ve gündelik yaşam alanları)
Son dönemde, iktidarın da özlemini çektiği o ‘sıcak mahalle kültürü’nün yerini hızla dev projelerdeki geometrik bloklar veya mega-varoşlar alıyor.
Oysa konut ve kentleşme, bir istifleme yöntemi olmanın ötesinde; idealinizdeki toplumun doğrudan yansıması değil mi?
Toplumsal değişim, hâlâ ‘eski mahalle’, ‘yeni mahalle’, ‘mahalle baskısı’ gibi kavramlar üzerinden tartışılıyor.
Oysa hangi mahalleden olursanız olun...
Bu gidişle ‘mahalle’, sadece masallarda ve filmlerde kalabilir.
Paylaş