Paylaş
Daniel Defoe henüz 5 yaşındaydı. Yıllar sonra ‘Veba Yılı Günlüğü’ romanını yazdığında o acı günleri adeta resmetmişti. 1722’de basılan roman o kadar sahici ki ‘kurgu’ olduğuna bazıları hâlâ inanmaz. Hatta romanın aslında Defoe’nun amcasının günlükleri olduğunu söyleyen bile olmuş. Roman, salgın edebiyatının köşe taşlarından biri. Okudum. Gerçekten etkileyici... Albert Camus’nün ‘Veba’ ve İtalyan Giovanni Boccaccio’nun ‘Decameron’uyla muhteşem bir üçlü oluyorlar. Ama maksadım kitapları anlatmak değil.
Romandaki bir bölümden bahsedeceğim. Türkleri eleştiren bir bölüm. 300 yıllık ağır bir eleştiri var orada. ‘Acaba gerçekten hiç değişmemiş miyiz?’ dedirtiyor insana… Şöyle ki Türklerle Avrupalıların bulaşıcı hastalıklara karşı tavrı mukayese ediliyor. Pek de üsten bakan bir tavırla… Diyor ki romanın kahramanı ‘Asya ve diğer yerlerdeki Türkler olsaydı (kader diyerek) kayıtsızca hastalık olan yerlere gider ve hastalarla görüşürlerdi. Bu da haftada 10 ya da 15 bin ölü anlamına gelirdi…’ Tam 300 yıl önce, 1722’de…
Şaşılacak şey…
Her türlü ikazlara rağmen sokaklardan çekilmeyenleri gördükçe bu satırlar geliyor aklıma. Dün Ümraniye’nin en büyük caddesi hıncahınç doluydu mesela. Yakın zamanda Bağcılar’da COVİD 19 hastası olan bir yakınlarını ziyarete giden en az 15 kişiye de virüs bulaşmıştı. Misâller çok… Defoe Türklere eleştirisini ‘kadercilik’ üzerinden yapıyor ama Londra’nın başına gelenleri de ‘Tanrı’nın cezası’ olarak izah etmekten geri kalmıyor. Gerçi dünya çapında bir ‘veba otoritesi’ olan Prof. Dr. Nükhet Varlık, Avrupalı seyyah ve yazarlarda hâkim olan bu kanaatin doğru olmadığını ‘Osmanlılar’da Veba’ adlı mükemmel eserinde detaylıca anlatıyor.
Biz konuyu dağıtmadan esasa dönelim.
Gerçekten bulaşıcı hastalıklara karşı yüzyıllardır değişmeyen ‘genetik’ bir davranış kalıbımız mı var? Sokaklar neden boşalmıyor? İnat mı yoksa mecburiyet mi? Geçim derdini herkes biliyor ve anlıyor. Ama güneşli havalarda coşan kalabalıklara ne demeli?
Defoe’nun 300 yıl önce eleştirdiği kayıtsızlığın şimdi de geçerli olduğunu düşünmüyorum. İnsanlar meselenin ciddiyetinin farkında... Ama yine de İstanbul’da romanın o bölümlerini hatırlatan sahneler var. Her gün gözümüzün önünden akıyor bu sahneler. İnadına çekilmiş ve izlemeye mahkûm kalınan kötü bir film gibi… Bunlar kayboldukça durumu ağırlaştıran sebeplerden en zorlusu zayıflamış olacak. O zaman herkesin işi çok daha kolay olacak.
Bu arada Defoe, romanında Avrupalıları ‘kendilerini koruyan ve sakınanlar’ olarak metheder. İtalya’da belediye başkanları sokaktan neredeyse sopa zoruyla topluyordu vatandaşları… Muhtemelen Defoe onları kastetmiyordu. Zira onların derslerini Ortaçağ’ın en büyük veba salgından sadece birkaç yıl sonra, 1353’te yazılan Decameron’dan almış olmaları gerekiyordu…
Paylaş