Paylaş
Maji, Mısır’dan Yunan’a da geçmişti; “mageia”, “büyücünün sanatı” demekti ve insanı doğaya hükmettirecek ilmin adıydı. Zamanla “maji”nin bir kolu bilime evrilecekti, felsefeyle sanat da ayrı.. Nitekim hikmetle meşgul olanlar arttı; hakimler, hekimler… Medeniyete ölçü oldular…
Hz.İsa geldiğinde Yunan’dan bayrağı devralan Roma hükümeti dünyaya patrondu. İsrailoğulları’ndan İsa(as) hastaları iyileştirdi, ölüleri diriltti, körlerin gözünü açtı; Allah’ın izniyle hiçbir hekimin yapamadığını yapıyordu. Mucizeleri, Rabb’in ilimi ile hükmünün herşeyin üzerinde olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Nice put helak oldu. Din yayılıyordu..
İsmailoğulları’nın durumu ise daha başkaydı. Kavimci Araplar dağınık yaşarlar, ticaret yapar, sıklıkla da aralarında savaşırlardı. Beytullah putlarla doluydu. Ama bir şey vardı ki enteresandı; hitabet, güzel söz söyleme ve bunların en üst derecesi kabul edilen şiir sanatı, ilimde geri, çoklukla okuma yazma dahi bilmeyen Araplar arasında medeniyet göstergesi sayılırdı. İleriydi. Öyle ki her sene Mekke’ye yakın “Ûkaz” panayırında söz alanında yarışlar yapılır, birinci gelen şiir Kâbe duvarına asılırdı. Hazreti Muhammed’e(sav) peygamberlik geldikte İmrü’l Kays’ın meşhur kasidesi askının en yukarısındaydı..
“Matematik, sibernetik, fizik, müzik, tüm bunlar, eninde sonunda, sadece, insanlar şiir okumayı öğrensinler ve anlasınlar diye gereklidir”. (Nazım Hikmet)
Resulullah(sav), kalbine inen Kuran ayetlerini zikrettikçe, vahyin yüceliği karşısında tüm şair ve hatipler şaşkın kalmaktaydı. Buna -bazılarının yakıştırmaya çalıştığı gibi- şiir denemezdi, ne de Allah Resulüne şair. Rabbi ayetlerle onu desteklemeye devam etti; “Ve Biz, O’na şiir öğretmedik. Ve (bu), O’na yakışmaz. O(O’na indirilen), sadece zikir ve apaçık Kurân’dır”(Yasin 36;69).
Nihayet kafirlerin ileri gelenlerinden Velid İbn Mugire dahi, Kuran’ı dinledikten sonra kavmine dönüp onun insan sözü olamayacağına yemin verdi; “Sizin içinizde şiirin ne olduğunu benden iyi bilen kimse yoktur. Şiirin her çeşidini ve ve cin şiirlerini hepinizden güzel bilirim. Muhammed’in okuduğu söz, bunların hiçbirine benzemez. O söz, her söze üstün gelir. Ona hiçbir söz karşı çıkamaz”…
Velhasıl Allah’ın emriyle, Musa’nın ejdere dönüşen asasının büyücülerinkini yutması gibi, İsa’nın gösterdiklerinin hekimlerin ilmini aciz bırakması gibi, Muhammed’den(sav) sudur eden Kuran mucizesi de halkın gözündeki bir numaralı itibar vesilesi “belagat ve fesahat” sanatlarının üzerinde, tahtına kuruluverdi.
Aslında edebiyat her zaman ve her yerde insanlık kültürünün can damarlarından başlıcasıydı. İletişim olmadan ne toplumsallık olasıydı, ne de Yaradanı ile iletişimsiz insan tam ve kamil manada “insan” sayılırdı. Edep-erkan bilmeyen toplumlar yabandı. O yüzden “edebiyat” sanatların en hasıydı. Ne de olsa başta söz vardı, yaradılış Allah kelamıydı; herşey “Kun feyekun(Ol der ve olur)” ile başlamıştı.
Sözlü edebiyatın şah dili nazımdı, onun zirvesi de; şiir.. Bilinen tarihi Sümerlere kadar uzanır. Çoğu araştırmacının mutabakatıyla; şiirin en eski örneği “Gılgamış Destanı”dır. Bir diğer önemli eser, Yunan hakimlerinin önde gelenlerinden Aristoteles’in “Poetika”sı, şiiri oldukça geniş bir yelpazede ele alır ve anlarız ki dildeki macerasına “şiir” olarak devam edecek olan “poesis”(eser, yapıt, tertip, beste, hayal…), döneminin neredeyse tüm sanat dallarını(tiyatro, dans, müzik, söz…) periferinde toplayan, tüm sanatın başıdır. Ve sanat, insanın dehasıdır. Ancak Aristo’ya göre bu, “taklit”ten başka bir şey de değildir…
Taklit, hakiki olanın yanında olsa olsa güneş arz-ı endam ettikteki ay ve yıldızlar gibidir. Kim gün doğduğunda aydınlanmak için pencereleri açmak yerine mum ışığıyla yetinir? Firavunîlerin sihri, Rumun hikmeti, Arapların şiiri, hepsi de taklidî olup peygamberlerin hakikati izhar etmesiyle (Hak olana nazaran) değersizleşmiştir. Hakikat mucizdir(insanı aciz bırakıcıdır)!
Sözün hakikatine vücut bulduran Kuran-ı Kerim de ne nazımdır ne nesir lakin hepsinin fevkinde bir kelam-ı latiftir, ilahidir. “De ki; ‘Andolsun, insanlar ve cinler bu Kuran’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine de destek olsalar, yine onun benzerini getiremezler”(İsra 17;88) Öyledir! Ve nihayet inişiyle birlikte -ola ki bugünlere hazırlanan- söz ve şiir sanatına da nihai bir miyar, bir ölçüt gelmiştir..
“Şiir, mutlak hakikati arama işidir”. (Necip Fazıl Kısakürek)
Şöyle ki; Taklitten tahkike varmak da mümkündür. Yeter ki insan samimi olsun ve taklidî olanın hakiki olduğu iddiasından sakınsın, sözünden büyüklenmesin, edebe sarılsın, alâsını arasın. Nitekim nasıl ki Hz.Musa’nın ve Hz.İsa’nın gösterdiği mucizeler sonrasında ilimin ve hikmetin Hakk rızası ile olanının üstün kudreti anlaşılmış, bunların iyi niyet, doğru ahlakla ve mağrur olmadan icrası makbul olmuşsa, Hz.Muhammed’in(sav) gösterdiği en büyük mucize olan ve kendisinden önce gelenleri tasdik etmekle birlikte tamamlayan ve kemale eriştiren “Kur’an”, söz, edebiyat, şiir için makbul olan niteliklerle istikameti de böylece belirlemiştir. Artık beşeri olan, ilahi olanın izleğinde gittiği ölçüde kudsiyet kazanacaktır…
“Ey yer suyunu yut ve ey gök sen de tut…”(Hud 11;44) ayeti indikte İmrü’l Kays’ın hayattaki kızkardeşi “Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri de övünülecek yerde duramaz” diyerek, kasidesini Kabe’nin duvarından indirdi, diğerleri de ardından.. Keza Kuran’ı işiten şairlerin, edip ve hatiplerin ince ruhlularından hem de insaf sahibi olanları hemen İslam’ı benimsediler. Ve zamanla Arapların en önde gelen şairleri de, Hz.Peygamberi(sav), sevdiklerini, Rabbini ve dinin hakikatini öven, Allah nezdindeki hikmetlerden, ilim ve güzelliklerden bahseden, kah bu yolda yakaran, nasihat eden, kah zulmete baş kaldıran şiir ve sözler söyler oldu. İnsana kendini yüceltecek zikrin sultanı bildirilmiş, dil tacını bulmuştu…
Bizim edebiyatımız da uzun süre bu düstur üzere meyve verdi, bereketlendi. Yunus Emre, Niyazi Mısri gibi şairlerimiz dilimizi Rabbce eyledi. Tekke geleneğiyle pişen, aşıklar elinden gönlümüzü besleyen ilahiler, naat ve kasideler böylece yurdumuzu iklimlendirdi, kültürümüzü yüceltti. Öyle ki; Şair “Ka’b İbni Züheyr”in biat ederken söylediği “Banet Suad” kasidesinden pek hoşlanan Resulullah’ın sırtından çıkarıp kendisine giydirdiği “Hırka-ı Saadet” dahi memleketimizi şereflendirmişti(halen Topkapı Sarayında muhafaza edilmektedir)…
Kuran-ı Kerim hep olduğu gibi bugün de; bir edebiyat zirvesi olmasının yanısıra, bir karanlıktan aydınlığa çıkarıcı, bir ilham kaynağı, nur, hidayet ve rahmet, bir şifadır. Mucize, hizmetine devam etmektedir. Zaman, Hz.Peygamber’in(sav) sünneti ışığında ona sıkı sıkıya sarılma zamanıdır.. Dilerim ki Rabbim onun hakikatlerini bize güzellikle yansıtan, sezdiren, anlatan, sevdiren, dinleten ve benimseten ince ruhlu sanatkarları, alim, arif, edip ve şairleri, yaşamlarıyla satır satır “Kitab”ı şerh eden, her dem taze tutan, put kırıcı, gönül uyandırıcı dostlarını da aramızdan asla eksik etmeye, rehberimiz peşinde bizi de doğru sözlü, sadık, yolunda muzaffer eyleye…
“Ey Peygamberler Hatemi olan Babam / Furkan’ı İndiren sana getirdi salat-u selam…” (Hayr’ün Nisa Cenab-ı Fatima’t-üz Zehra r.a.) Hu
Musa Dede / GÖLGENİN HAKİKATİ
Paylaş