Paylaş
Tıpkı 1923’de cumhuriyetin kuruluşu, 1947’de çok partili seçimlerin başlaması gibi ülkenin kim tarafından, nasıl yönetileceği, daha doğrusu bunun değişip değişmeyeceği oylanacak.
Tercihler belli.
Birinci tercihte bütün yürütme gücünün cumhurbaşkanı elinde toplanmasını kabul etmiş olacağız. Cumhurbaşkanı aynı zamanda Meclis’teki parti grubunun başında olabilecek ve aynı zamanda gerektiğinde kendisini de yargılamaya yetkili) Anayasa Mahkemesi üyelerinin çoğunu, hâkim ve savcı atamalarını yapacak kurulun çoğu üyesini de atayabilecek. Ordu ve istihbarat doğrudan kendisine bağlı olacak. Başbakanlık kaldırılacak. On ikinci Yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkan Magna Carta’dan bu yana parlamentoların en temel haklarından sayılan bütçe yapma hakkı, olağanüstü halde cumhurbaşkanı tarafından kullanılabilecek. Muhalefetin mecliste hükümeti sorgulayabilmesi yalnızca yazılı soruyla sınırlandırılıyor. (Oysa parlamento sözcüğü dahi “parler”, konuşma, söz söyleme kökünden türemiş.)
İkinci tercihte ise onlarca yıldır şikâyet edip durduğumuz, neredeyse üçte birini değiştirip yine yeterince demokratikleştiremediğimiz, darbe girişimlerinden ekonomik kalkınmaya dek her sorunun kaynağı gördüğümüz mevcut anayasa ile yaşamaya devam edeceğiz.
Öte yandan bu mevcut anayasa dahi oya sunulanla karşılaştırıldığında yürütme üzerinde –yetersiz de olsa- daha fazla dengeleme ve denetleme imkânı var.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ise, modern demokrasilerin temel özelliklerinden olan parlamento ve yargının denge ve denetleme yetkisinin aslında seçimle oluşmuş milli iradenin icraatını yavaşlatan “prangalar” olarak gördüğünü söylüyor.
Erdoğan aslında 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki 367 krizi ve 27 Nisan e-muhtırasından bu yana icraacı başkanlık sistemi denilen, son dönemde sırf MHP lideri Devlet Bahçeli adının “Başkanlık” olmasını istemediği için “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı takılan bu modeli istiyordu.
Muhtemelen 15 Temmuz 2016 kanlı askeri darbe girişimi ardından oluşan milli beraberlik ruhundan aldığı ilhamla, harekete geçme zamanının geldiğini düşündü.
Darbe girişimi ardından ilan edilen Olağanüstü Hal, sadece darbe girişiminin arkasında olduğuna inanılan, Erdoğan ve AK Parti’nin bir zamanlar müttefiki olan Fethullah Gülen’in gizli teşkilatını ve –siyasetteki bağlantılarına henüz dokunulmayan- irili ufaklı sempatizanlarını, militanlarını hedef almakla kalmadı. Yasadışı PKK’nın diyalogun kesilmesi ardından başlattığı terör eylemleri ve barikat-hendek kalkışması bağlantısıyla Meclis’te MHP’den büyük bir grup oluşturmuş olan HDP’yi de hedef aldı. AK Parti ve MHP “Evet” kampanyasını birlikte yürüteceklerini açıkladığında HDP’nin eş başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ dâhil, binlerce irili ufaklı yöneticisi, üstelik terörizm gibi ağır suçlamalarla hapse atılmıştı bile. Olağanüstü Hal çerçevesinde pek çok gazeteci ve yazar, yine terörizm gibi ağır suçlamalarla hapse atıldı.
Bir ara CHP dahil “Hayır” diyecek herkes terörist ilan edilecek gibi oldu, ama gelen tepkiler üzerine bundan vaz geçildi. Darbe girişimine ilk tepki verenlerden olan ve Yenikapı mitinginde CHP adına yerini alan Kemal Kılıçdaroğlu’nun darbecilerle işbirliği ithamıyla, zaten “Evet” ve “Hayır” kanatları arasındaki rekabet eşitsizliği apaçık görülen referandum kampanyasının sonuna gelmiş bulunuyoruz.
Kampanyanın son dakikasında Bahçeli’nin “Eyalet” çıkışı yapması doğrusu pek tahmin edilen bir şey değildi. Erdoğan, daha önce PKK ile MİT ve HDP üzerinden diyalog döneminde eyalet sistemini, savunmuş olmasına karşın, “gündemimizde yok öyle bir şey dedi, MHP de “Evet” kararının değişmediğini açıkladı. Ama bu son dakika hareketinin seçmeni nasıl etkileyeceği konusunda bir ölçüm yapmak için artık vakit de yok.
Anket şirketleri arasında en aykırı tahminler yüzde 57 “Evet” ile A-G şirketine ve yüzde 54 “Hayır” ile AKAM şirketine ait. Diğerleri kıl payı “Evet”, ya da kıl payı “Hayır” öngörüyorlar. Tabii iddialı olanlar da, ılımlı sonuç verenler de “mahcup seçmen” sendromu ve diğer nedenlerle hala yüksek belirsizlik ve hata payı ihtiyatı ile davranıyorlar.
Sonuç “Evet” çıkarsa Erdoğan’ın gücü, halkın neredeyse yarısı onun bu kadar geniş yetkilere sahip olmasını istememiş olmasına karşın artacaktır. Türkiye büyüklüğünde bir ülkenin denetime açık olmayan bir yapıda tek elden yönetiliyor olmasının getireceği sorunlar kaçınılmazdır.
Sonuç “Hayır” çıkarsa 2014’de yüzde 52 ile cumhurbaşkanı seçilmiş olan Erdoğan’ın gücü, halkın neredeyse yarısının desteğine karşın azalmış sayılacaktır. Buna karşın yargı ve parlamento –ufukta erken seçim ihtimaline karşın- faklı bir enerjiyle çalışabilir. Tabii mevcut anayasanın düzeltilmesi için çabalar durmayacaktır.
Her halükarda, Türkiye’nin bu kader tercihinin sadece ABD ve Avrupa Birliği başta olmak üzere batı ile ilişkilerinde değil, Orta Doğu, Balkanlar ve Orta Asya ülkeleri üzerinde de dalga dalga yayılacak etkisi beklenmelidir.
Türkiye’nin temel siyasi tercihleri, her zaman olduğu gibi bölgesindeki tercihleri de etkileyecektir.
Paylaş