Paylaş
Verdikleri cevap aynı: Yazıp çizdikleri nedeniyle içeride olan gazeteci, ya da yazar yok.
Bu dedikleri kısmen doğru, çünkü savcılar, hâkimler epey bir yıldır gazetecileri, yazarları içeri atarken başka gerekçeler buluyorlar. Bu gerekçeler çoğunlukla terörle ilgili oluyor, çünkü can alan saldırılardan yaka silkmiş millete “terör” denilince akan sular duruyor.
Öte yandan dünyada gazetecileri, yazarları hapiste olan ülkelerdeki suçlamalar da zaten artık “şunu yazdın, bunu söyledin” diye olmuyor genellikle; terörizm oluyor, casusluk oluyor, vatana ihanet oluyor.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti sayılarına göre ülkemizde hapiste olan 143 gazeteci, yazar ve yayıncının büyük kısmı –özellikle de 15 Temmuz 2016 kanlı darbe girişiminden bu yana- ya FETÖ ya da PKK üyeliği ya da yardımcılığı zannı altında.
Hatta Kemalizmin kalesi sayılan Cumhuriyet yazar ve yöneticilerinin suçlandığı gibi aynı anda hem İslamcı FETÖ, hem de PKK’ya üye olmak ve yardım etmek gibi bir suçlama altındalar.
Şurası doğru: gazeteci, ya da yazar olmanın hiç kimseye suç işleme özgürlüğü vermez, suç işleyen bağımsız mahkemelerde yargılanmalıdır. Ancak gazeteci ve yazarların, haklarında suç işlediklerine dair ortaya konmuş kanıtlar olmadıkça tutuksuz yargılanmasını talep etmek de doğrudur ki bu da bütün vatandaşlar için geçerlidir.
Tabii bir henüz mesela (benim de üyesi olduğum) Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) Türkiye kolu başkanı, solcu bir aydın olan Kadri Gürsel’in nasıl olup da yazı hayatı boyunca terör eylemlerine karşı durduğu PKK’ya ve aynı anda yazı hayatı boyunca karşı durduğu Fethullah Gülen örgütlenmesine üye olduğuna dair kanıtları göremiyoruz.
Çünkü Gürsel ve Cumhuriyet’te çalışan diğer 9 meslektaşımız bugün 126’ıncı gündür tutuklular; henüz haklarında ne iddianame yayınlandı, ne mahkemeye çıkarıldılar. Bu süre mesela Nazlı Ilıcak için 226, Şahin Alpay ve Ali Bulaç için 225, Ahmet Altan için 170 gün.
Özellikle de darbe ve terörizm gibi ağır suçlarla ilişkisi olan kimseyi savunmak gibi bir işimiz de olamaz, bize de düşmez, ama meslektaşlarımız aleyhine suçlamaları da bilmiyoruz, suçlu olduklarına dair mahkeme kararı da bulunmuyor.
Bu örnekler arasında en çarpıcı olanlarından birisi Ahmet Şık’ın durumu.
Ahmet Şık daha önce 2011 yılında Fethullahçıların devlet içindeki hâkimiyet çabasını açığa çıkaran, ama henüz yayınlanmayan kitabı nedeniyle tutuklanmıştı. Tam 375 gün içeride kaldı.
O zamanla hükümetin göz bebeği olan savcı Zekeriya Öz’ün tezgahıyla yapıldığı bugünlerde anlaşılan bu tutuklama, 15 Temmuz sonrasında Dışişleri Bakanlığı dâhil devlet kurumları tarafından Fethullahçıların yaptığı kötülüklerin kanıtı olarak yurt dışında örnek gösterilmişti.
Ahmet Şık bugün 72’inci gündür içeride ve akla ziyan olacak şekilde Fethullahçılıkla suçlanıyor.
Yılların gazetecisi Hasan Cemal hakkında 9 Mart günü savcılık 13 yıl hapis cezası istedi; 2013 yılında PKK’nın terör eylemlerine son vermesi gerektiği, diyalogun desteklenmesini isteyen bir yazı dizisi nedeniyle. Üstelik savcılık, yazı dizisine adeta seri cinayet muamelesi yaparak suç tekrarı iddiasıyla cezayı en üst dilimden istemiş.
Yalnızca hapisteki gazeteciler değil, Türkiye’deki diğer hukuk konuları yerli ve uluslararası kuruluşlar tarafından dile getiriliyor.
Ancak daha önceleri muhatap alınan, cevap verilen bu rapor ve iddialar artık gerek Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım, gerekse AK Parti hükümeti yetkililerince muhatap alınmıyor, dikkate alınmıyor ve geri çevriliyor.
O kadar ki, artık bu durum da şikâyet konusu edilmeye başladı. Örneğin Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları Yüksek Komiseri Zeid Ra’ad el-Hüseyin, güvenlik operasyonlarındaki can ve mal kayıplarıyla çatışmalar nedeniyle yerinden edilenler konusundaki çalışmalarının Türk yetkililerce ciddiye alınmadığını, gerçek dışı sayıldığını açıkladı.
Geçmişte Çavuşoğlu’nun başkanlığını yaptığı Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin İzleme Komitesi 8 Mart’ta kurucu üyelerinden Türkiye’nin “temel haklar, hukuk devleti ve demokrasinin” işlerliği konularında izlemeye alınmasını önerdi; Nisan’da oylanacak.
Yine Avrupa Konseyi’ne bağlı Venedik Komisyonu 10 Mart’ta yayınladığı raporunda 16 Nisan’da referanduma sunulacak anayasa değişikliği taslağının Türkiye’deki demokrasi bakımından “geriye doğru atılmış bir adım” olacağını öne sürdü. Bu referanduma 15 Temmuz sonrasında ilan edilmiş olağanüstü hal altında gidiliyor olması da sayılan sorunlar arasında.
Raporun kabul edilmeyeceği daha yayınlanmadan ilan edilmişti hükümet tarafından.
Türkiye de bölge de zor bir dönemden geçiyor.
Ancak darbe girişimini boşa çıkararak demokrasiye sahip çıktığını gösteren Türkiye’ye, hiç de parlak olmayan bu iddialar ve bu tablo değil, demokrasinin kalitesini yükseltme ve hala bağlı olduğu vurgulanan Avrupa demokrasi değerlerine yaklaşan adımlar atmak yakışıyor.
Paylaş