Paylaş
Tabii ki değiliz, bu ayrı bir konu.
İlginç olan Erdoğan’ın bu tutumunu bir “İkinci İstiklal Savaşına” benzetmiş olması.
Bu durumda Erdoğan kendisini İstiklal Savaşını hem işgalci Yunan, İngiliz, Fransız, İtalyan ordularına, hem de işgalcilerin işbirlikçisi Osmanlı Sultanına bağlı güçlere karşı vermiş olan Mustafa Kemal Atatürk ile karşılaştırmış oluyor. Neticede Atatürk Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, Erdoğan da onikinci cumhurbaşkanı.
Atatürk Türkiye’deki siyasi İslamcılar tarafından pek sevilmez. Gerçi son zamanlarda önce Başbakan Binali Yıldırım, sonra Erdoğan tarafından anılır oldu; bütün kötülüklerin kaynağı görülen İsmet İnönü hedefe konularak bir psiko-politik çözüm bulundu. Ama konumuz bu da değil.
Erdoğan son birkaç yılda yaşanan bazı siyasi gelişmeleri, ülkenin işgal ve iç savaştan bağımsızlığını alarak kurtarılma savaşıyla eşdeğer görüyor.
Bu gelişmeler gerçi hafife alınacak şeyler değil, bir kısmı Türkiye için, bir kısmı Erdoğan ve AK Parti iktidarı için varoluşsal önemde sorunlar.
Erdoğan Haziran 2013 Gezi protestoları; 17-25 Aralık 2013 soruşturmaları; Reza Zarrab’ın Mart 2016’da ABD’de tutuklanması; 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi ve en son ABD’nin orantısız bir tepki ile İstanbul Başkonsolosluğunda çalışan iki Türkün tutuklanmasına vize işlemlerini durdurarak karşılık vermesi gibi olayları, kendisine ve dolayısıyla Türkiye’ye Fethullah Gülen üzerinden açılmış savaş olarak görüyor. (O çerçevede Erdoğan’ın önceki gün ABD İstanbul Başkonsolosluğunda kaçakçılık ve diğer yasal konularda görevli olduğu anlaşılan Metin Topuz’un durumundan söz ederken konuyu -adını vermeden- “vatandaşım iki yıla yakındır tutuklu” diyerek Reza Zarrab’ın itirafçı yapılmak istenmesine getirmesi dikkat çekiciydi. Bu konuda Erdoğan’dan yeni beyanlar gelirse şaşırmamak gerekiyor.)
Tabi bir de bunun üzerine ABD’nin 2014 Kobani’den bu yana PKK ile Suriye’deki IŞİD’e karşı işbirliği yapması, PKK milis gücünü adeta düzenli ordu haline getirmesi, Washington ziyareti sırasında PKK yanlısı gösteri yapan grubu zor kullanarak dağıtan korumalar hakkında tutuklama emri çıkartması gibi gelişmeler var.
Donald Trump da tıpkı Barack Obama gibi, 1981 adli anlaşması ortadayken Gülen’e karşı yasal adım atmaya yanaşmıyor. Öte yandan Erdoğan’ı “Ver papazı, al papazı” sözleriyle “rehine politikası” suçlamasına hedef yapan sözlerinin muhatabı İzmir’de Fethullahçılık suçlamasıyla tutuklu din görevlisi Andrew Brunson’un durumu var. (Taha Akyol hatırlattı: 694 sayılı kararname, daha önce Başbakan’da bulunan yabancı uyruklu tutukluların sınır dışı yetkisini, bu defa Anayasa Mahkemesi itirazına meydan vermeden Cumhurbaşkanına devrediyor. Erdoğan onu kast ediyor olabilir.)
Trump da rahibin serbest bırakılmasını kendisine gurur meselesi yapmış durumda. Çünkü rahip Evangelist mezhebinden ve bu mezhebin çok koyu bir üyesi Trump yönetiminin en etkili isimlerinden birisi: Başkan Yardımcısı Michael Pence.
Avrupa Birliği ile ilişkiler ise giderek sarpa sarıyor.
Ancak Erdoğan ne kadar sert konuşsa, esip gürlese de ne ABD, ne de AB ile ilişkileri kopararak taraf olmak istemiyor; o kadarını göze alma aşamasına geldiğini düşünmüyor.
Erdoğan, bu tabloyu Türkiye’nin artık “şahsiyetli dış politika” izlemesi olarak tanımlıyor.
Bunu yaparken de rahmetli Bülent Ecevit’in eski ABD Başkanı Bill Clinton’un karşısındaki (yaşlı ve sağlığı bozuk olmasından kaynaklanan) kırılgan duruşunu örnek gösterip alaycı bir ifade kullandı. Daha sonra siyaset ve medyadan gelen tepkiler üzerine Ecevit’in şahsını değil siyasetini hedef aldığını söyledi.
Erdoğan kendisini Atatürk ve İkinci Abdülhamid gibi tarihi şahsiyetlerle karşılaştırmayı tercih ediyor.
Ama dış politika konusunda Atatürk’le arasında aşması gereken iki engel daha olabilir.
Bunlardan birisi Bülent Ecevit, diğeri de Süleyman Demirel.
Birisi merkez-sol CHP’nin, diğeri merkez-sağ Adalet Partisinin (AP) başındaydı; her iki parti de 12 Eylül 1980 darbesiyle kapatıldı ve bugünkü siyasi tablonun yolu darbeci askerler tarafından açıldı.
Ecevit ve Demirel düşman kardeşler gibiydi ama iş dış politikaya geldiğinde temelleri Atatürk tarafından atılmış ilkelere bağlıydılar.
Ülke çıkarlarının onu gerektirdiğine inandığı anda, hiç öyle önceden nutuklar atmadan kesin kararlarını alıp uygulamaktan çekinmediler.
Örneğin Başbakan Ecevit, 1974’de Yunanistan’daki faşist cunta destekli askeri darbe sonrası Kıbrıs Türklerinin canını kurtarmak için ABD ve İngiltere’yi karşısına almaktan çekinmeden askeri müdahale kararını büyük bir gizlilik içinde alıp uyguladı. ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ilerleyen yıllarda Ecevit hükümetinden askeri müdahale yönünde işaret alamadıklarını itiraf edecekti.
Amerikalı, İngiliz ve Yunanlıların okuyup anlayamadığı tek işaret, Kıbrıslı mücahitlere “hazır olun” sinyali yerine geçmek üzere TRT’den yayınlanan “Bir gece ansızın gelebilirim” şarkısıydı. Bu şarkı Erdoğan tarafından son birkaç aydır neredeyse her konuşmasında Irak ve Suriye için hatırlatılıyor. Cumhurbaşkanı en son dün Rusya ve İran ile anlaşmalı olarak “ateşkes gözlem gücü” sıfatıyla, Suriye’nin dolaylı izniyle girişilen İdlib harekâtını “İşte bir gece gelebiliriz demiştik, geldik” sözleriyle kanıt gösterdi. Fazla yoruma ihtiyaç yok.
Demirel ise Türkiye’deki en Amerikancı siyasetçi olarak biliniyordu. Isparta İslamköy’den çıkan “Çoban Sülü”, Eisenhower Fellowships kursiyeriydi, Amerika’da eğitim görmüştü, CHP’liler ona siyasete girmeden önce çalıştığı Amerikan mühendislik şirketinin adı ile “Morrison Süleyman” adını takmışlardı. Buna karşın ABD Türkiye’ye silah ambargosu ilan ettiğinde İncirlik üssünü NATO-dışı ABD uçuşlarına anında kapatmakta tereddüt etmedi. Hem 12 Mart, hem 12 Eylül’de açık Amerikan yanlısı askeri darbelerle devrildi.
Hem Ecevit, hem Demirel dış politika konularında söylemden çok, ya da söylem kadar eyleme önem veren, daha çok icraatla konuşan siyasetçi kuşağındandı. Bu kuşağın en önemli özelliği dış politikayı iç politika malzemesi yapmaması idi.
Erdoğan’ın son dönemdeki dış politika çıkışları ise, iç politikada ihtiyacı olan zaman ve manevra alanını kazandırma boyutunu da içeriyor sanki.
Erdoğan 16 Nisan referandumu ve 21 Mayıs AK Parti Genel Kurulu ardından gündeme getirdiği “metal yorgunluğu” söylemiyle parti içinde ev temizliği işareti verdi. Bu temizliğin hedefinde sadece Fethullah Gülen’in gizli örgütü ile bağlantılı kişileri hedef almıyor. Aynı zamanda parti ilkeleri bir yana, Erdoğan’ın şahsına yüzde yüz biat etmeyen parti emektarlarını da hedef alıyor.
Ancak bu temizlik Erdoğan’ın istediği şekilde ve hızda devam etmiyor. Özellikle Ankara’nın güçlü belediye başkanı Melih Gökçek’in durumu kulislerde çok konu ediliyor. Erdoğan’ın işin içine “kişi şerefi-parti şerefi” karşılaştırmasını katmasına ve birkaç defadır istifasını beklediğini ima etmesine rağmen, Gökçek adeta bir sinir harbi vererek yerinden kıpırdamıyor.
Onun durumu istifası beklenen diğer AK Partili makam sahiplerine de sanki örnek oluyor. Balıkesir Belediye Başkanı Ahmet Edip Uğur’un “İstifa etmiyorum, görevden alın” anlayışı sanki sessizce yayılıyor.
Tabii terazinin diğer kefesinde 16 Nisan referandumuyla getirilen yüzde 50 artı bir oy kuralı var. Görevden alma demek, küstürme demek, o oranının tehlikeye düşmesi ihtimali demek, özellikle de Merak Akşener sadece MHP değil, AK Parti tabanının da dikkatini çekmeye başlamışken.
Batıya sürekli kafa tutan lider görüntüsünün, milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı seçmeni Erdoğan etrafında 2019 seçimine dek tutabileceği inancı var belki AK Partide. Ancak üst perdeden dış politika çıkışlarının giderek daha çok söylemde kalması, eğer böyle bir plan varsa, geri tepmesine neden olabilir.
Paylaş