Paylaş
Cumhuriyetimiz 94’üncü yaşına Türkiye’nin ülke olarak stratejik tercihlerine dair ciddi tartışmaların yaşanmakta olduğu bir dönemde bastı. Türkiye, önemli siyasi müttefiki ABD ve önemli ekonomik ortağı AB ile uzaklaşırken, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve AK Parti hükümeti bölgedeki tarihi hasımları Rusya ve İran ile daha yakın işbirliği arayışında. Diğer yandan da iç politikada dindar bir tabana dayanmasına rağmen Müslüman Arap ülkelerinin çoğunun yönetimiyle ters düşmüş görünümde ve bu çelişkilerden yararlanan Kürt milliyetçiliği PKK odaklı tehdidini artırıyor.
Türkiye’nin Batı dünyasından kopmakta olduğu eleştirileri böyle bir ortamda gündeme getiriliyor. O halde Türkiye’nin elindeki stratejik değerlerin ne olduğuna bakma zamanı gelmiş demektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel iki stratejik değeri var.
Bunlardan ilki jeostratejik değerdir; İbn Haldun’un “Coğrafya kaderdir” demesi gibi, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın dayattığı bir gerçektir. Bu değer uluslararası siyasette “Türk Boğazları” olarak anılan İstanbul ve Çanakkale boğazlarıdır. Rusya’nın Akdeniz’e geçiş ve Batı donanmalarının da Rusya’ya güneyden erişim kapısıdır. Asırlar boyunca bölgemizdeki pek çok çatışma Boğazlar hâkimiyeti üzerine çıkmıştır aslında.
Cumhuriyetin siyasi ve ekonomik nitelikteki diğer stratejik değeri, Batı dünyasının bir parçası olmasıdır.
Tarihimiz bize şunu gösteriyor: Meclis’in İstanbul’dan Ankara’ya taşınarak Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki milli kurtuluş hareketine destek vermesi, 1920’de Boğazların kontrolü ve Osmanlı hanedanının payitahtı İstanbul’un İngiliz, Fransız, Yunan kuvvetlerinin işgaline girmeye başlaması ile oldu; birleşik milli Meclis böylelikle 23 Nisan 1920’de kurulabildi.
Rusya’da bir devrimle başa geçen Sovyet yönetiminden İstiklal Savaşı için aldığı desteğe rağmen, Mustafa Kemal’in savaş biter bitmez yaptığı ilk iş, daha kısa süre önce işgallerine karşı savaştığı İngiltere, Fransa, Yunanistan ve İtalya ile ve o dönemin yükselen gücü ABD ile yakın ilişki kurmak oldu.
Yeni Türk devleti, Boğazların kontrolü üzerine 1936 Montreux anlaşmasına, Cumhuriyetin sultanlığın yerini almasına dair 1923 Lozan kuruluş anlaşması kadar değer verdi.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyet lideri Jozef Stalin Batının gücünü Türkiye’den Kars ve Ardahan ile Boğazlar üzerinde kontrol talep ederek denedi. Ayrıntılarını Meraklısı İçin Entrikalar Kitabı’nda yazdım; ABD Başkanı Harry Truman’ı alarma geçirerek Türkiye’yi Yunanistan ile birlikte 1947’de Batı sisteminin parçası haline getiren ilk adımı attı. Bunu Türkiye’de çok partili rejime geçme, 1950’de Kore’ye asker gönderme ve 1952’de NATO’ya giriş izledi.
Türkiye Avrupa Konseyi ve OECD gibi batı kurumlarına üye oldu, daha sonra AB olacak Avrupe Ekonomik Topluluğuna girmeye niyet etti. Soğuk Savaş boyunca üç askeri darbenin de etkisiyle özgürlükçü demokrasi ve serbest ekonomi adımları çok geç atılabildi, AB hedefi hep yara aldı.
Ama yıllar sonra, 1998 yılında Bakü’de bir akşam yemeğinde, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev bizlere, Sovyetler Birliği Komünist Partisi yönetiminde geçirdiği yıllara atfen Türkiye’yi nasıl “kaybettiklerini” iki dönüm noktasıyla anlattı: 1950’de Kore’ye asker gönderme ve 1980’de serbest ekonomiye geçiş.
Boğazların kontrolü ve Batı siyasi ve ekonomik sisteminin parçası olmak, Türkiye Cumhuriyetinin kaybetmemesi gereken en temel iki stratejik değerdir. Bu her halde Batı için de böyle ki, 1950’lerde Türkiye’yi kaptırmamak için çalışırken ve 2010’larda, bugünlerde de, yaşanan bütün tartışmalara rağmen koparan adımı atmamak noktasındalar.
Türkiye ve Batı arasındaki uçurumun açılması ne Batı, ne de Türkiye’nin çıkarınadır. Bu bakışın kaybedilmemesi gerekiyor.
Paylaş