Mektup, “Türkiye’yi siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda yüksek hedeflere ulaştıracak, ülkemizin gücüne güç katacak yeni bir sürecin başındayız” cümlesiyle başlıyor.
Ve veda cümlesi dışında şu cümleyle bitiyor: “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün işaret ettiği muasır medeniyetler seviyesine ulaşma hedefine, bu [Anayasa] değişikliğine 16 Nisan’da diyeceğiniz “Evet” ile yeni bir heyecanla ve daha büyük sorumluluklarla sahip çıkmanızı istiyorum.”
İmza: Binali Yıldırım, AK Parti genel Başkanı, Başbakan.
Referandumdan “evet” çıkması halinde yürütme gücü cumhurbaşkanında toplanacak, Meclis çoğunluğu kimde olursa olsun hükümeti –artık başbakan olmayacağına göre- aynı zamanda parti başkanı olabilecek cumhurbaşkanı kuracak ve cumhurbaşkanının yargı üzerindeki etkisi atamalar yoluyla artacak, diğer yandan cumhurbaşkanına mevcut anayasada olmayan Meclis soruşturması açılabilmesi imkânı ortaya çıkacak.
Bunlar çok köklü değişiklikler, sisteme dair değişiklikler.
Ancak bir grup gazeteci, anayasa değişiklik taslağının yazımında aktif rol almış bir grup danışmanla yaptığınız sohbette gördük ki, 16 Nisan’da evet çıkmasıyla Erdoğan ve AK parti hedefine ulaşmış olmayacak, tersine yeni bir aşama başlamış olacak.
İsimlerini yazma iznimiz olmadığı için, söylediklerinden çıkardığım izlenimleri sizinle paylaşmak istiyorum.
1- Evet oranının önemi yok: İzlenimim o ki, Erdoğan ve AK Parti yönetimi, yaygın kanıya rağmen “Evet oylarının yüzde 50+1 mi, yoksa Erdoğan’ın görmek istediği gibi yüzde 60 mı olacağıyla yalnızca toplum psikolojisi bakımından ilgili. Yaklaşımları “Az ya da çok farkla evet çıkması hukuki açıdan fark etmez, sadece siyasi sonuçları açısından fark eder”, ki onunla da yeni Türkiye koşullarında başa çıkacaklarına inanıyor görünüyorlar. Başbakan Binali Yıldırım’ın dün Ankara’da referandumun bir oyla dahi olsa kabul edilmesinin kendisi için yeter şart olduğunu söylemiş olması yabana atılmamalı. Tabii “Hayır” çıkması halinde bu yaklaşım geçerli olmayacak.
2- Son değil, sadece başlangıç: İzlenimin o ki, Erdoğan ve AK Parti kurmaylarının gözünde 16 Nisan halk oylamasından, referandumundan “evet” çıkması, eski Türkiye ile 14 yıllık iktidarları boyunca mücadelelerinin nihai zaferi değil, sadece yeni bir aşamanın başlangıcı sayılacak. Cumhurbaşkanı yardımcılarının işlev ve yetkilerinden yeni seçim sistemine dek sisteme ilişkin sorduğumuz sorulara aldığımız yanıtlar bütün bu konuların, 16 Nisan’da evet çıkması sonrasında gelişecek koşullara göre şekilleneceği şeklinde oldu. Zaten Cumhurbaşkanının idam cezasının geri getirilmesinden AB katılım ortaklığı anlaşmasının iptal edilmesine dek sistemik konuları 16 Nisan’da “evet” çıkarsa gündeme getireceğini söylemesinden de aynı sonuç çıkarılabilir.
3- Güçlü devlet ihtiyacı: İzlenimim o ki, Erdoğan ve AK Parti kurmayları, icra gücünün tek elde toplanmasını “21’inci yüzyılın güçlü devlet ihtiyacına” bağlıyorlar. Bu yaklaşım şöyle özetlenebilir: Yargı, yasama, yürütme erklerinin kesin çizgilerle birbirinden ayrılması, belki İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Batı demokrasilerinde hükümetlerin gücünü dengelemek için gerekliydi; ama bunun işlemediği kısa sürede anlaşıldı. İngiltere’de Margaret Thatcher, ABD’de Ronald Reagan 1980’lerdeki çıkışları ile “güçlü hükümetler” dönemine dönüşün öncüleri oldular. Bugünkü Avrupa’nın ise seçmek zorunda kaldıklarında refah devletinden taviz vermemek için liberal demokrasiden taviz verebilecekleri göçmen krizi sayesinde görüldü. Dolayısıyla parlamenter sistemdeki “ikiliği” ortadan kaldıracak olan Türk tipi başkanlık, ya da “Cumhurbaşkanlığı hükümet modeli” Türkiye’nin “demokrasi içinde güçlü devlet” inşasını mümkün kalacak, bu yaklaşıma göre.
4-
Önce en son iki örnekten başlayacağım:
- Önce Spor Bakanı Çağatay Kılıç, ardından Başbakan Yardımcısı Veysi Kaynak Galatasaray’ı topa tutu; kulübün bu kadar yıldır izlemeye çalıştığı etliye sütlüye karışmama çizgisi bir anda silindi. Sebebi, yönetimin Fethullahçılık şüphesiyle soruşturulan, bazıları hakkında arama kararı olan (mesela Zekeriya Öz, Şehabettin Harput gibi) bazı isimleri üyelikten atarken Hakan Şükür ve Arif Erdem gibi zamanında Galatasaray’ın marka değerine katkı vermiş iki eski oyuncusunun üyeliğini oy çokluğuyla korumasıydı. Zılgıt ve tepkiler sonrası Galatasaray şimdi çıkış yolu arıyor.
- İkincisi, İsviçre’nin Ankara Büyükelçisinin de Dışişlerine çağırılarak PKK yanlılarının gösterisine izin verilmesi konusunda protesto notası verilmesiydi. Gerçi bu artık vakai adiye, haber değeri olmayan sıradan vaka haline geldi; ne de olsa şu sıra Dışişlerinin en önemli faaliyeti ya başka ülkelerin diplomatlarını bakanlığa çağırıp protesto etmek, ya da başka ülkelerin dışişleri tarafından çağırılıp protesto edilmek. Ama aslında işin tuhaf ve acı yanı da bu. Yakın zamana dek dünyanın sonuç alıcı diplomatik geleneği parmakla gösterilen bir kaç ülkesinden biriydi Türkiye.
Şimdi karnemizdeki diğer konulara değinelim:
- Almanya dış istihbaratı BND’den sonra İngiliz parlamentosunun bir komisyonu da 15 Temmuz 2016 kanlı darbe girişiminin arkasında Fethullah Gülen ve yasadışı örgütünün bulunduğuna dair Türk hükümetinin sunduğu kanıtlara ikna olmadığını açıkladı. Üstelik bu açıklama, İngiliz Dışişleri Bakanı Boris Johnson’un Türkiye’ye geldiği 24 Mart günü yapıldı. Daha önce ABD’den de benzeri bir açıklama gelmişti. Burada dikkat çeken önemli bir ayrıntı var: açıklamalarda darbe girişimi arkasında Fethullahçılar yoktur denmiyor; Türk hükümetinin sunduğu bilgilerin inandırıcı olmadığı söyleniyor. Bu da insanın aklına bu açıklamaların Fethullahçılara verilen koruma ve savunma kadar, Türk hükümetinin söylediklerine itibar etmediklerini göstermeyi mi amaçladıkları sorusunu getiriyor.
- Türkiye Batının askeri ittifakı NATO’nun önemli üyelerindendir ve NATO’daki en büyük ikinci ordunun da Türk Silahlı Kuvvetleri olduğunu hep gururla söyleyegelmiştir. Buna karşın NATO’nun en büyük askeri gücü ve Türkiye’nin asli müttefiki olan ABD’nin Suriye’de IŞİD’e karşı mücadelede Türkiye’yi değil YPG’yi seçtiği, bunu da resmen ilan etmek için adeta 16 Nisan referandumunu beklediği anlaşılıyor. Üstelik Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan önceki ABD Başkanı Barack Obama ve yenisi Donald Trump’ı YPG’nin kendilerinin de terörist saydığı PKK’nın Suriye uzantısı olduğunu söyleyerek onu bırakırlarsa Türkiye’nin her desteği vereceğini taahhüt etmesine karşın. (ABD ile bir de Gülen’in gizlice kaçırılması pazarlığı iddiaları atıldı ortaya, bir yönüyle bir halkla ilişkiler felaketi de sayılır.)
- Erdoğan’ın YPG konusundaki uyarı ve önerilerine rağmen sadece NATO müttefiki ABD başkanları değil, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de bildiğini okuyor. Rusya, mesela Fırat Kalkanı IŞİD’le mücadele ile sınırlı oldukça Suriye’deki Beşar Esad rejiminin Türk askerine saldırmaması dâhil önemli destek veriyor, ama YPG/PYD hedefe girdiği anda onları korumaya alıyor; tıpkı ABD gibi. Türk turizmini bir anlamıyla rehin almış olan Rusya, özellikle enerji projelerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ayrıcalıklı ortak seçtiği ülke konumunu sürdürüyor. Öte yandan Putin, Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov’un Aralık 2016’da suikaste kurban gitmesi ardından yerine kimseyi göndermiyor; diplomatik camiada bir tavır olarak kaydediliyor.
- AK Parti hükümetinin tepki ve protestolarına rağmen, Avrupa Birliği (AB) ülkeleri Türk bakanların, resmi sıfatlarıyla ülkelerine gelip 16 Nisan için “Evet” propagandasını yapmasını engelliyor. Bu engelleme Hollanda örneğinde olduğu gibi, diplomatik kuralların da dışına çıkan, kabul edilemez sertlikte olabiliyor. (Hükümet üyesi olmayan diğer AK Parti yetkililerinin ise bu tür bir engellemeyle karşılaşmadığı görülüyor.) Buna karşın sadece AB değil, mesela İsviçre gibi AB üyesi olmayan Avrupa ülkelerinde de PKK yanlısı örgütlerin mitinglerine izin veriliyor, bazen Kandil’den PKK şefleri canlı bağlantılarla konuşmalar yapıyor. Bu durum sadece hükümetin değil, Türk halkının büyük çoğunluğunun canını fazlasıyla sıkıyor. Ancak burada da bu ülkelerin resmen terörist saydıkları PKK’nın bağımsız Kürdistan hedefi ve terör eylemlerini desteklemekten çok AK Parti hükümetinin canını acıtmak için bu kadar olumsuz bir mesaj vermiş olabilecekleri anlaşılıyor.
Başbakan Binali Yıldırım “Evet” kampanyası için MHP lideri Devlet Bahçeli’den desteği aldığı sıralarda AK Parti o zamana dek alışılmadık dozda bir Türk milliyetçiliği söylemini benimsemişti.
Yalnızca MHP’nin öteden beri istediği ölüm cezasının geri getirilmesi vaadinin öne çıkarılmasıyla sınırlı değildi bu durum. Örneğin eş-başkanlar Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ dâhil önemli sayıda HDP milletvekilinin art arda tutuklanmaları da bu amaca hizmet edecek şekilde değerlendiriliyordu. HDP’nin PKK’nın aleti olduğu, diyaloga yeniden başlamanın söz konusu olmadığı, Suriye’deki gelişmelere karşın tek yolun kayıtsız şartsız teslimiyet olduğu söyleminin her fırsatta öne çıkarılarak tekrarı da öyle.
AK Parti’deki hesaplar şöyle bir var sayıma dayanıyordu. 1 Kasım 2015 seçimlerinde AK Parti yüzde 49,5, MHP yüzde 10,8 oranında oy almıştı. Düz toplamları yüzde 60,3 yapıyordu.
MHP ile ittifak nedeniyle araya mesafe koyan Kürt oylar ve MHP’deki muhalefet nedeniyle “Evet” demeyecek seçmenler göz önünde tutulduğunda dahi yüzde 50’nin rahatça geçileceği hesap ediliyordu.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 23 Mart akşamı CNN Türk-Kanal D ortak yayınında Hakan Çelik’i yanıtlarken “yüzde 52’nin üzerinde” oy beklediğini ancak bu sonucu aslında “yüzde 60 ile taçlandırmak” gerektiğini söylemesi muhtemelen bu varsayımlar bütününe dayanıyordu. Yüzde 52 (tam olarak 51,8) ise malum, Erdoğan’ın 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığı destek oranıydı.
Ancak zaman geçtikçe AK Parti’de MHP’deki sorunun sanılandan daha büyük, çatlağın tahmin edilenden daha derin olduğu yolunda izlenim ağır basmaya başladı. MHP’nin kamuoyunca tanınan isimleri, partiden atılmayı göze alarak (ve neticede atılarak) “hayır” kampanyasına destek veriyorlardı. Bunu yazan gazeteciler, mesela Abdülkadir Selvi Bahçeli’nin tepkisine neden oluyordu ama AK Parti’den dışarıya yansıyan izlenim bu şekildeydi. Dün konuştuğum AK Parti’nin Kürt siyaset üzerinde etkili kaynağım, henüz MHP’deki “Evet” oranının yüzde 35’i aştığını gösteren bir tek güvenilir anket görmediklerini söyledi örneğin.
Bu durum, AK Parti hesaplarını etkiliyordu doğal olarak.
Üstelik tek etken bu da değildi.
Daha önce zaten PKK ile diyalog vardı, YPG’nin askeri kolu olduğu PYD lideri Ankara’da kırmızı halıyla karşılanıyordu filan ama 2015’ten itibaren Türkiye’nin siyaseti, IŞİD’in engellenmesi ile eşit düzeyde YPG’nin de engellenmesi oldu.
Sonuç mu?
YPG hem Türkiye’nin NATO müttefiki ABD, hem de onun desteği olmadan Fırat Kalkanı harekâtını gerçekleştirmesinin çok zor olacağı Rusya YPG’ye tam koruma veriyor.
Bunu her iki ülkenin Suriye’deki özel kuvvetleri de kollarında YPG’nin sarı zemin üzerine kızıl yıldızlı amblemini takarak gösteriyorlar.
Yıllardır size Ege’de kök söktüren Türk subayları, yıllardır bunlar kendilerine hangi gizli yazılım yüklediler diye merak ettiğiniz bir helikopterle kapınıza gelip teslim oluyor.
Mesela Suriye’de ortalık karıştığında gelip Türkiye’ye sığınan Suriye ordusu subayları gibi…
Çok ayıp, komşuluğa sığmaz diye geri mi gönderirsiniz? Yoksa sıkı bir sorguya alıp ne biliyorlarsa teker teker öğrenmeye, size sunacağı hizmetlerden azami yararlanmaya mı çalışırsınız?
Yunanistan’ın 15 Temmuz 2016 kanlı darbe girişimi daha devam ederken kendisine sığınan 8 subayı Türkiye’ye iade etmeyi reddederken Ankara’dan “16 Nisan’da evet” kampanyası sırasında yükselen “idamı geri getireceğiz” vaatlerini gerekçe yapıyor elbet. Ama durum bundan çok daha ciddi…
Gelelim Norveç örneğine.
Kürt meselesiyle öteden beri derinlemesine ilgilenen, sizin PKK ile gizli görüşmeleri orada yapacak kadar güvendiğiniz Norveç, bir anda ordunun bildiği bütün sırlarını pasaport karşılığında size sunmaya hazır Türk subaylarını buluyor kapısında.
Türkiye’nin NATO müttefiki Norveç’in, biri diplomatik kimliği bulunan askeri ataşe olmak üzere, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin beş eski mensubuna siyasi sığınma hakkı verdiği ortaya çıktı dün: 15 Temmuz’a karışmak kuşkusu altında sorgulanma talepleri vardı haklarında.
Soruyorum, siz olsanız ne yapardınız?
Akşamüstü saatlerde benzeri bir karar da İngiltere’den geldi. Her iki ülkenin listesinde de Türkiye var.
Dışişleri dün öğlene kadar Amerikalılara Türkiye’yi bu listeden çıkartmak için iknaya çalıştı ama olmadı.
Listedeki diğerleri Mısır, Ürdün, Kuveyt, Fas, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri; tamamı Müslüman Arap ülkeleri.
Sekiz ülkeden 10 şehir sayılmış.
Aralarında İstanbul da var.
Bu gelişmeler Türk halkının hem kalbini hem gurunu kırıyor, incitiyor.
Çok değil, iki yıl önce, 2015 Ekim ayında Türk Hava Yolları (THY) İstanbul Atatürk havalimanının dünyada tek noktadan en fazla noktaya doğrudan uçuş yapılan havalimanı olduğunu haklı bir gururla açıklamıştı.
İki yıl sonra Türkiye, en yakın askeri müttefiki, NATO ortağı ABD tarafından, havalimanları muhtemel terör eylemlerine kaynak olabilecek Orta Doğu ülkeleriyle birlikte sayılıyor.
Afrin dediğiniz Hatay’ın Kırıkhan ilçesi merkezine 45, Kilis şehir merkezine 30 kilometre uzaklıktadır, burnumuzun dibi sayılır yani.
Ardından bir de Beyrut mahreçli olarak buram buram propaganda kokan bir başka Reuters haberi geldi: YPG silahlı güçlerini 100 bine çıkarmayı amaçlıyordu. (kıyas için Alman ordusunun 90 bin, İtalyan ordusunun 99 bin, İsrail ordusunun 176 bin askerden oluştuğunu hatırlatalım.)
Bu haberler geldiği sırada üst düzey bir resmi kaynakla Türkiye’nin en son 7-8 Mart’ta Antalya’da ABD ve Rusya’ya sunulan Türkiye’nin Rakka planı konusunda olumlu, ya da olumsuz bir cevap olup olmadığını konuşuyorduk.
Malum, geçen hafta Antalya toplantısının da ne ABD, ne de Rusya’yı Türkiye’nin Rakka planına ikna edebilmiş göründüğünü yazarken, henüz bir yanıt gelmediğini de yazmıştık.
O haber hala gelmemişti dün itibarıyla.
Türkiye’nin Rakka önerisi malum: Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan hem önceki ABD Başkanı Barack Obama’ya, hem de Donald Trump’a YPG’yi bırakmaları halinde Rakka’yı IŞİD’den birlikte almayı önerdiği biliniyor.
Üstelik Antalya toplantısının hemen ardından Rusya da, ABD’de Ankara’nın planına rağbet etmediklerini yeterince açık gösterdiler. Hatta ABD Merkezi Komutanlık (CENTCOM) Suriye’ye topçu birliği sevk ederek, bu konuda da NATO ortağı Türkiye’ye muhtaç olmadığını göstermek istedi.
Ankara’da hükümetin tutumu ise ABD Başkanı Trump’ın resmi açıklamasını bekleme yönünde. Tabi bu bekleyişin 16 Nisan referandumu süreciyle örtüştüğünü de göz ardı etmemek lazım. Çünkü Türkiye’nin Rakka harekâtına katılıp katılmamasının AK Parti hükümeti açısından bir siyasi değeri de olacaktır tabii ki.