Paylaş
Önce en son iki örnekten başlayacağım:
- Önce Spor Bakanı Çağatay Kılıç, ardından Başbakan Yardımcısı Veysi Kaynak Galatasaray’ı topa tutu; kulübün bu kadar yıldır izlemeye çalıştığı etliye sütlüye karışmama çizgisi bir anda silindi. Sebebi, yönetimin Fethullahçılık şüphesiyle soruşturulan, bazıları hakkında arama kararı olan (mesela Zekeriya Öz, Şehabettin Harput gibi) bazı isimleri üyelikten atarken Hakan Şükür ve Arif Erdem gibi zamanında Galatasaray’ın marka değerine katkı vermiş iki eski oyuncusunun üyeliğini oy çokluğuyla korumasıydı. Zılgıt ve tepkiler sonrası Galatasaray şimdi çıkış yolu arıyor.
- İkincisi, İsviçre’nin Ankara Büyükelçisinin de Dışişlerine çağırılarak PKK yanlılarının gösterisine izin verilmesi konusunda protesto notası verilmesiydi. Gerçi bu artık vakai adiye, haber değeri olmayan sıradan vaka haline geldi; ne de olsa şu sıra Dışişlerinin en önemli faaliyeti ya başka ülkelerin diplomatlarını bakanlığa çağırıp protesto etmek, ya da başka ülkelerin dışişleri tarafından çağırılıp protesto edilmek. Ama aslında işin tuhaf ve acı yanı da bu. Yakın zamana dek dünyanın sonuç alıcı diplomatik geleneği parmakla gösterilen bir kaç ülkesinden biriydi Türkiye.
Şimdi karnemizdeki diğer konulara değinelim:
- Almanya dış istihbaratı BND’den sonra İngiliz parlamentosunun bir komisyonu da 15 Temmuz 2016 kanlı darbe girişiminin arkasında Fethullah Gülen ve yasadışı örgütünün bulunduğuna dair Türk hükümetinin sunduğu kanıtlara ikna olmadığını açıkladı. Üstelik bu açıklama, İngiliz Dışişleri Bakanı Boris Johnson’un Türkiye’ye geldiği 24 Mart günü yapıldı. Daha önce ABD’den de benzeri bir açıklama gelmişti. Burada dikkat çeken önemli bir ayrıntı var: açıklamalarda darbe girişimi arkasında Fethullahçılar yoktur denmiyor; Türk hükümetinin sunduğu bilgilerin inandırıcı olmadığı söyleniyor. Bu da insanın aklına bu açıklamaların Fethullahçılara verilen koruma ve savunma kadar, Türk hükümetinin söylediklerine itibar etmediklerini göstermeyi mi amaçladıkları sorusunu getiriyor.
- Türkiye Batının askeri ittifakı NATO’nun önemli üyelerindendir ve NATO’daki en büyük ikinci ordunun da Türk Silahlı Kuvvetleri olduğunu hep gururla söyleyegelmiştir. Buna karşın NATO’nun en büyük askeri gücü ve Türkiye’nin asli müttefiki olan ABD’nin Suriye’de IŞİD’e karşı mücadelede Türkiye’yi değil YPG’yi seçtiği, bunu da resmen ilan etmek için adeta 16 Nisan referandumunu beklediği anlaşılıyor. Üstelik Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan önceki ABD Başkanı Barack Obama ve yenisi Donald Trump’ı YPG’nin kendilerinin de terörist saydığı PKK’nın Suriye uzantısı olduğunu söyleyerek onu bırakırlarsa Türkiye’nin her desteği vereceğini taahhüt etmesine karşın. (ABD ile bir de Gülen’in gizlice kaçırılması pazarlığı iddiaları atıldı ortaya, bir yönüyle bir halkla ilişkiler felaketi de sayılır.)
- Erdoğan’ın YPG konusundaki uyarı ve önerilerine rağmen sadece NATO müttefiki ABD başkanları değil, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de bildiğini okuyor. Rusya, mesela Fırat Kalkanı IŞİD’le mücadele ile sınırlı oldukça Suriye’deki Beşar Esad rejiminin Türk askerine saldırmaması dâhil önemli destek veriyor, ama YPG/PYD hedefe girdiği anda onları korumaya alıyor; tıpkı ABD gibi. Türk turizmini bir anlamıyla rehin almış olan Rusya, özellikle enerji projelerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ayrıcalıklı ortak seçtiği ülke konumunu sürdürüyor. Öte yandan Putin, Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov’un Aralık 2016’da suikaste kurban gitmesi ardından yerine kimseyi göndermiyor; diplomatik camiada bir tavır olarak kaydediliyor.
- AK Parti hükümetinin tepki ve protestolarına rağmen, Avrupa Birliği (AB) ülkeleri Türk bakanların, resmi sıfatlarıyla ülkelerine gelip 16 Nisan için “Evet” propagandasını yapmasını engelliyor. Bu engelleme Hollanda örneğinde olduğu gibi, diplomatik kuralların da dışına çıkan, kabul edilemez sertlikte olabiliyor. (Hükümet üyesi olmayan diğer AK Parti yetkililerinin ise bu tür bir engellemeyle karşılaşmadığı görülüyor.) Buna karşın sadece AB değil, mesela İsviçre gibi AB üyesi olmayan Avrupa ülkelerinde de PKK yanlısı örgütlerin mitinglerine izin veriliyor, bazen Kandil’den PKK şefleri canlı bağlantılarla konuşmalar yapıyor. Bu durum sadece hükümetin değil, Türk halkının büyük çoğunluğunun canını fazlasıyla sıkıyor. Ancak burada da bu ülkelerin resmen terörist saydıkları PKK’nın bağımsız Kürdistan hedefi ve terör eylemlerini desteklemekten çok AK Parti hükümetinin canını acıtmak için bu kadar olumsuz bir mesaj vermiş olabilecekleri anlaşılıyor.
- Avrupalı liderin çifte standartlı tutumuna tepki göstererek “Siz bana diktatör derseniz, ben de Nazi derim, faşist derim” diye seslenen Erdoğan, 16 Nisan’da “Evet” çıkarsa Türkiye’yi bu defa AB üyeliğini geri çekme konusunda bir referanduma taşıyabileceğini söylüyor. AB’nin Türkiye’ye hiç de adil davranmadığı, yıllardır (bir kısmı da Türkiye’den kaynaklanan) gerekçelerle bekleme odasında tuttuğu bir gerçek. Öte yandan AB üyelik hedefi, Türkiye’nin bugüne dek Meclis’teki nitelikli çoğunlukla “Ulusal Program” adı altında kabul edilmiş tek stratejik hedefi. AB ile Gümrük Birliğinin dışına taşan yoğunlukta ekonomik ilişkilerimiz ve orada yaşayan 5 milyona yaklaşan vatandaşımız var.
- Erdoğan Türkiye’yi bağımsız yargı ve hukuk devleti, medya özgürlüğü ve örneğin olağanüstü hal koşullarında gidilen referandum konusunda eleştiren Avrupa Konseyi’ne de meydan okuyor, Türkiye’nin bunu hak etmediğini söylüyor. Türkiye, Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerindendir. Daha birkaç yıl önce Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi gibi itibarlı bir kurumun başkanlığını yapmıştır. Bugün o Meclis, Türkiye’yi demokratik işleyiş bakımından izlemeye almayı tartışmaktadır.
- Türkiye’de 15 Temmuz kanlı kalkışmasının hemen ardından ilan edilen olağanüstü hal, Başbakan Binali Yıldırım’ın bir süre önce Hürriyet’ten Fatih Çekirge’ye “Sandığa olağanüstü halde gidiyor dedirtmeyiz” sözüne karşın devam ediyor. AB ve Avrupa Konseyinden gelen eleştiriler üzerine hükümet, mahkemeye çıkmadan uzun sürelere yayılan toplu tutuklamalar, üzerine bir itiraz komisyonu kurdu. On binlerce devlet görevlisinin, hâkim, savcı, subay ve polisin Fethullahçıların sınav sistemiyle oynaması sonucu o konumlara yerleştirilip (çoğunlukla da AK Parti iktidarları döneminde) yükseltildiği iddia ve soruşturmaları altında, on binlerce devlet memuru görevlerinden alınmış durumda. Olağanüstü Hal hükümete sahipleri, ortak veya yöneticileri “terörizm” kuşkusu altında olan özel şirketlere de el koyma yetkisi veriyor. Aslında OHAL altında hemen her kuşku, terörizm suçlamasına muhatap olabiliyor.
- Terörle mücadele deyince gerçekten akan sular duruyor. CHP geçen hafta, 21 Mart’ta Diyarbakır’daki Nevruz mitingine bıçakla girmek isterken polis kurşunuyla öldürülen üniversite öğrencisi Kemal Kurkut’un durumunu Meclis’e taşıdı. Polis “canlı bomba” şüphesi demişti. Ancak gazeteci Abdurrahman Gök’ün görüntüleri, Kurkut’un üzerindekilerin çıkartıldığını ve üzerinde bomba bulunmadığının görüldüğünü ortaya çıkardı. Yani sağ olarak da, mesela bacağından vurulup yaralı olarak da yakalanabileceği hala tartışılıyor. Soruşturma açıldı ama iki polisin tutuklanmasına gerek görülmedi, sadece görevden uzaklaştırıldılar.
- Cumhurbaşkanı Erdoğan geçenlerde önüne gelen 149 isimlik tutuklu gazeteci ve yazarlar listesinde söylediği, ya da yazdığından dolayı tutuklu kimse olmadığını, tamamının terörizmle suçlandığını söyledi. Gazeteci, yazar ve editörlerin bir süredir terörizmle suçlanarak tutuklanmasının sıradan uygulama haline geldiği görülüyor. Örneğin, kariyeri boyunca Fethullahçılar ve PKK aleyhine yazmış olan, Uluslararası Basın Enstitüsünün (IPI) Türkiye temsilcisi Kadri Gürsel, bugün 142’ni gündür tutuklu; ne o ne de Cumhuriyet’teki 9 arkadaşı henüz mahkemeye çıkamadılar. Daha önce Fethullah Gülen örgütlenmesini ifşa eden kitap yazdığı için Fethullahçı savcı ve hâkimler tarafından hapse atılan Ahmet Şık’ın şimdi Fethullahçılıkla suçlanması gibi bir durum ister istemez dışarının da ilgisini çekiyor.
- Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier geçen hafta görevi devralması ardından yaptığı kamuoyuna açık ilk konuşmada Cumhurbaşkanı Erdoğan’a çağrıda bulunarak PKK’ya yardım suçlamasıyla tutuklu bulunan Türk asıllı Alman gazeteci Deniz Yücel’in bırakılmasını istedi. Aynı konuşmada Steinmeier Erdoğan’a eleştiri tonunu düşürerek ilişkilerin kopma noktasına gelmesine izin vermemesi ve Türkiye’nin bugüne dek inşa ettiği değerleri tehlikeye atmaması çağrısında da bulundu. Erdoğan’ın buna yanıtı, “Siz diktatör dedikçe, Nazi derim” oldu ama daha sonra Alman Başbakanı Angela Merkel’den gelen açıklama ilginçti. Merkel, 16 Nisan referandumuna dek Türkiye’nin AB ilişkilerine dair hiçbir söz etmeme kararını açıkladı.
CHP anca aradan geçen 13 yıldan sonra Erdoğan ile başa çıkmanın en geçerli yolu olarak zıtlaşmadan kaçınmayı buldu.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun yürüttüğü referandum kampanyasında ne Erdoğan hedef alınıyor, ne Erdoğan ve Yıldırım’ın zaman zaman kişiliğini hedef alan eleştirilerine yanıt veriliyor. Kılıçdaroğlu Hürriyet’ten Deniz Zeyrek’e “ABD’ye, Rusya’ya diyemiyor, bana saldırıyor” dedi en son. Yani zıtlaşmanın işine yaramadığını görerek ısrarla zıtlaşmadan kaçınıyor; en azından dışarıdan bakınca verdiği izlenim bu.
CHP’nin 13 yıldan sonra geldiği noktaya Avrupalılar 3 ayda gelmiş olabilir mi?
Paylaş