Bu cennete gelip de hayran olmamak elde değil dostlar. Türkiyemiz’de işte böyle muazzam yerler var. Kıymetini bilelim lütfen. Göcek, Ege’nin yüzünü Akdeniz’e çevirdiği şahane ötesi bir coğrafyada yer alan minicik bir tatil yöresi aslında. Baktığınız da yerli nüfus 4 bin 500 – 5 bin civarı. Fakat marinasından sebep, her yaz doğal olarak özellikle tekneli - yatlı zengin, elegant – ya da zarif- ve para harcayan kesimin bir numaralı tercihi oluyor. Zümrüt koylarının dünyada eşi benzeri yok. Çam ağaçları turkuaz denize sarkmış cennetten bir parça adeta. Hani doğa ananın her türlü nimetini cömertçe sergilediği yerler vardır ya yeryüzünde, Göcek işte onlardan bir tanesi. Masmavi denizinin, yemyeşil bitki örtüsüne karıştığı sessiz - sakin, pırıl pırıl bir tatil yöresi. Yat ve yelken turizminin kalbinin attığı bu yegane mekanda, mega yatların ardı ardına boy göstermesiyle “St. Tropez’den, Monaco’dan neyim eksik ki benim!?” demiyor da değil Göcek hani bazen. Bu cennet köşeyi bizler hep yat, tekne turizmiyle anıyoruz belki ama son düzenlemelerle mahalle statüsüne giren Göcek merkezde tatilinizi geçirmek pekala da mümkün. Zira gözü bozan betonlaşma, o hunharca yükselen mekan kirliliği yok. Gayet tatlı yapılar içinde kendinizi Como ya da Lugano Gölü kıyısındaki o tatlı, butik kasabalardan birinde hissedebiliyorsunuz.
Sadece yatçıların adresi değil Göcek
Adacıklarla çevrili muhteşem bir yerleşim yeri olan Göcek’in görülmesi gereken başlıca koyları; Sarsala, Göbün, Ağalimanı, Bedri Rahmi, Boynuzbükü, Yassıcalar, Tersane. Deniz tertemiz, berrak su gibi. Ege ve Akdeniz’deki marinalar içinde hayli meşhur bir marinası olduğundan yat sahiplerinin de özellikle tercihi Göcek. Genelde İngiliz, Alman ve Rus milyonerler geliyorken, bu yıl İngiliz ve Alman tayfa ayağını biraz kesmiş ama marina yine gayet şenlikli denilebilir. Yatı, teknesi olan, bir hayli de yerli turisti görmek mümkün burada. Dalaman Havaalanı’nın merkeze sadece 15 dakika olmasının da etkisi var Göcek’in tercih edilmesinde. Marina içinde bulunan D-Resort Göcek, hem çocuklu ailelerin hem de balayı çiftlerinin özellikle ilgisini çekiyor. Bu da oldukça ilginç değil mi? Çocuklu, çocuksuz her kesime hitap etmesi son derece takdire şayan bence. Ha bu arada verilen kahvaltı tam anlamıyla Ege yöresi stayla. Şahane yani. Spa ve gym’i de özellikle uzun tekne ve yat seyahatine çıkanların fazlaca uğrak yeri olmuş. ‘Likya Dönemi’ burayı anlatmak için kullanılan sihirli bir söz adeta. Zira o döneme ait antik kalıntılar, tersane ya da evler Göcek’in aslında temel güzelliğini oluşturuyor. Tarihi güzellikler bir de ılıman hava ve kristal berraklığında denize sahip plajlarla birleşince Göcek ve koylarının farkı ortaya çıkıyor.
Dünyanın en güzel manzarası
Randevu defteri çok mu çok dolu. E dünyanın en önde gelen otomobil firmalarından ikisinin Türkiye ayağının CEO’su ne de olsa. Plan, programına dahil olmak gerçekten çok zor. Bu süreçte yaptıkları üretim ve ihracatla Türkiye’ye 6 buçuk milyar dolar kazandırmışlar. Cari açığı kapatmada ya da dengede tutmada Ali Haydar Bey’in CEO’su olduğu bu firmanın katkısı çok büyük. Tamamı Türkiye’de üretilen Hybrid C-HR’den ve onun tüm dünyaya ihracatından söz ediyorum. Aslen Malatya coğrafyasından ama Adana’da büyümüş. Taa ki 29 yaşına kadar. 29’una geldiğinde tası tarağı toplayıp ‘yeneceğim seni’ dediği İstanbul’a gelmiş. 9 aylık bir demir-çelik serüveninden sonra, otomobil dünyasına giriş yapmış ve tastamam 6 yıl sonra yani 35 yaşında da Türk otomotiv dünyasının en genç yöneticisi olarak firmasının genel müdürü olmuş. Yükseldikçe yükselmiş anlayacağınız.
Sonrasında da malum CEO denilen o mertebeye yükselmiş. Şahane bir hayat ve başarı hikayesi. İşin ilginç yanı, işler güçler tüm yoğunluğuyla devam ederken, tiyatroyla da sürekli içli dışlı olmuş olması. Çünkü gerçek mesleği tiyatroculuk onun. Bir hayli de oyuncu arkadaşı olması o sebepten. Şu anda hayallerini süsleyen en büyük düşü ise elindeki iki oyunu yönetip, sahnelemek. Şaka gibi değil mi? Vakti zamanında, mesela Amerika – Japonya gibi iki uzun uçuşu arasında, bir kaç gün Adana’ya gidip gelmeyi sıkıştırıp, tam 6 yıl sahnelenen bir oyun da yönetmiş. Tutkulu bir tiyatro aşığı! Bu arada “Nisan’da Adana’da” diyerek, “Portakal Çiçeği Karnavalı” nı kente kazandıran ve Adana’nın marka şehir olmasında çok büyük katkısı olan bir memleket insanı CEO Ali Haydar Bozkurt. Tavrıyla, tarzıyla, duruşuyla, gençlere bakışıyla, onlara dokunuşuyla, yönetici üslubuyla, sanatçı hissiyatıyla, global vizyonuyla örnek gösterilmesi gereken dünya çapında çok başarılı bir yönetici. Türkiyemiz ’in yüz aklarından örnek alınası bir abimiz. Ve elbette ki o Anadolulu samimiyeti her şeyi.
Arda Turan döndü!
İsterseniz prim kavgası üzerinden konuşursunuz, isterseniz Milli Takım uçağında gazeteci ağabeyine yaptığı saldırı üzerinden yürürsünüz ya da instagram hadiselerinden dem vurup konuşursunuz. Karakter, oyunculuk, şuculuk, buculuk yapmadan ya da bunları sorgulamadan Lucescu sonrası Arda Turan'ın Milli Takım'a döndüğünü öğrenmiş bulunuyoruz.
Federasyon Başkanı'na olgunluğu, elden bırakmadığı sevgi ve birleştirici tavrı üzerinden methiyeler düzen, Lucescu'nun sevgi dolu tavrından dem vuran oyuncunun sanırım Terim Dönemi'nde sevgi görememek konusunda ciddi bir travması oluşmuş olduğu da anlaşılabilir. Bu yüzden agresif tavırlar sergilediği de ifade edilebilir. İçinde bulunduğu Avrupai Barcelona ortamı, uçakta yaşadıkları, takkeyi önüne koyup düşünüp taşınması 'Kaptan Arda'yı gerçekten 'Kaptan' yapmıştır umarım. Yaşanılanlardan ders almak kadar müthiş bir olgunluk yoktur şu dünya aleminde. Elbette ki aynı agresif dozajı yüklü hadiseler bir daha tekrarlanmayacaktır, buna eminim! Bu arada giden hocanın edasına, gelen hocanın tavrına göre tavır alan federasyon yöneticisinin de değişen bu edalara, bu tavırlara göre şekil almasını da bir ara konuşmak gerek.
Başrolde Charlize Theron olunca seyredilme keyfi daha bir fazla tabii. Berlin’in çok yakın tarihte yaşadıkları merakımı cezbetmiştir zaten hep. Caddelerini, sokaklarını yürüdükçe, duvarın geçtiği yerleri gördükçe, o zamanki yaşananlara karşı hep bir merak duymuşumdur. ‘Sarışın Bomba’ filminin de Berlin’in o buz gibi atmosferinde geçtiğini öğrenince ivedilikle görmek istedim o yüzden.
Charlize ablamız da işin kaymağı oldu tabii. Filmdeki esas hadisenin ‘güvensizlik’ üzerine kurulduğu olduğu aşikar. Sıkı bir ajan filmi. Tam ‘haa anladım o onun adamı, şu bunun ajanı’ diye düşünürken, gerçeklerin hiç de öyle olmadığını görünce daha bir kapılıyorsunuz filme. Yönetmen David Leitch eski bir dublör ve dublör koordinatörü aslında. Misal Jean-Claude Van Damme filmleri ya da Brad Pitt’in kavga sahneleri ya da Matrix üçlemesi… Daha ne olsun?! İşte o nedenledir ki filmdeki kavga-dövüş sahnelerini ekstra özenli çekmiş ve izlenilesi kılmış. Ben ağırlıklı olarak ikinci yarıdan fazlasıyla keyif aldım. Fonda Berlin’in tarihi - tanıdık sokakları, bol sürprizli, temiz bir ajan filmi Atomic Blonde. Charlize Theron da yine son derece şahane. İzleyin derim.
Ayder de kurtulsun, Uzungöl’de
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘kirlettik, rezil ettik’ demeciyle Ayder Yaylası ‘ndaki yapılaşma nihayet gündeme geldi. Çamlıhemşin civarını gezmeye gittiğimde yükseklerde o kadar doğal ve şahane yayları görme imkanı bulmuştum ki sıra Ayder’e geldiğinde ‘buranın yaylayla ilgi alakası kalmamış resmen şehir olmuş’ demiştim. Diğer yayla gibi yaylaları görünce Ayder’in haline feci halde üzülmüştüm. Ve nihayet devletin zirvesinden ciddi bir itiraz yükseldi bu rezilliğe. İnanıyorum ki önümüzdeki günlerde başta Ayder Yaylası ve Uzungöl olmak üzere ciddi bir doğaya dönüş hareketi yaşanacak. Umudumuz diğer kaybettiğimiz ya da kaybetmeye yakın durduğumuz doğal güzelliklerimizin de kurtulması. O yüzden konuyla ilgilenen yetkililerimiz CNN TURK’te yaptığı duyarlı çevre programlarıyla tanıdığımız Güven İslamoğlu’nun programlarını izler, onun uyarılarını dikkate alır ve Sayın Cumhurbaşkanı’na rapor ederlerse memlekette bir çok ‘Ayder Yaylası’ vakasının önüne de geçmiş oluruz. Hadi inşallah, hayırlısı!
Organik Hoşaf olayı
Bir televizyonun girişimcilik yarışmasında ‘organik hoşaf’ buluşunun, ‘alzheimer çipi’ buluşuna karşı kendini ispat etmesi ya da yenmesi diyelim, özellikle twitter aleminde fazlasıyla geyiğe sarıldı. Kimi Erik Üniversitesi’nin Organik Hoşaf Bölümü ‘nü tercihe yazacağım dedi, kimi uzay çağını başlatacak fütüristik proje olarak niteledi bir buluş olarak sunulan organik hoşafı. Asparagas, trol ya da zaytung haberi olarak algılayan da vardı. Bilim- sanayi, yapay zeka mevzuları, robotlar vs. konuşulurken böylesi bir projenin mesela alzheimer hastalarına akıllı çip gibi bir projeyi geçmiş olması bir çok kişiyi, insanımızın seviye tespitini de yapmaya itmişti ne yazık ki. Evet başlı başına düşünüldüğünde eşsiz ve hatta orijinal bir fikir gibi gelebilir söz konusu organik hoşaf buluşu. Fakat ‘alzeheimer hastalarına akıllı çip projesi’ gibi takdire şayan bir buluşun karşısına çıkarılıyorsa, o zaman sosyal medyadaki alaylı cümle ve tespitlerle baş başa kalabiliyorsunuz işte. Neyse! Bir yol kazası olmuş deyip geçip gitmek en iyisi sanırım.
Çarşamba akşamı Göksel’in Boğaz’daki performansına şahitlik ettim. Ambiyans güzel ve çekici olunca şarkı söyleme isteği sahnedeki isme de yansıyor, izleyicisine de. Özellikle Tuna Nehri’nin salına salına geçtiği Budapeşte ve Belgrad ’ta ki özel gemilerde konser ya da parti ortamına tanıklık edince, bizim gül gibi boğazımızdan çok da fazla faydalanamadığımızı düşünüp, hafiften içlenmiştim. Neyse ki ‘müzik boğazdan gelir’ fikriyle nispeten teselli buldum diyebilirim. Yaz boyu Boğaz’da çarşamba ve hafta sonu akşamları konserler dolu dizgin sürecek. Hem boğazın tadına doyasıya varacaksınız, hem de şarkılarla, türkülerle dertlere mola vereceksiniz. Bence şahane fikir!
Boğaz’a karşı Veranda
Söz İstanbul’un şahane ötesi, harikulade boğazından açılmışken, ona bir de tepelerden, Elmadağ sırtlarındaki Hilton Bosphorus ’un Veranda’sından bakmamak olmaz. O otel, o teras yıllar boyunca İstanbul’da yaşananlara öyle güzel tanıklık ediyor ki şehrin en kıymetlilerinden biri olarak yerli yerinde. Dile kolay taa 1955’ten bu yana… Henüz çocukken babamın elini tutmuş Üsküdar sahilinde turlarken karşı tarafta gördüğüm en büyük ve en heybetli yapıydı Hilton. Çokça bahsi geçen dikey değil de yatay mimarinin en sade ve başarılı örneklerinden anlayacağınız. Bahçesinde korunan yeşilliklerin de değerini bilmek gerek. İşte böylesi şahane bir yaz akşamında İstanbul’un göbeğinde Boğaz’a, Maçka’ya yarı şaşkın, yarı büyülenmiş bir şekilde bakarak, Ege mutfağından fırlamış gelmiş nadide ve sağlıklı tatları mideye indirmemek imkansızdı. Beraberinde de canlı canlı Ege müziklerini dinleyince keyiften dört köşesiniz. Serde yarı yarıya Muğla’lılık da olunca Ege’ye karşı objektif olamıyor insan. Tam anlamıyla büyüleyiciydi. Kentin hay-huyundan, kaosundan gürültüsünden uzak müthiş bir alternatif Veranda.
Elbette ki sonradan yaptığı cesur ve samimi açıklamalar sosyal medyada fenomen olmasında bir hayli etkili oldu. Bir de Terim’in Milli Takımlar ’daki görevi nihayetlenince daha bir ilgi çeker oldu Selahattin Bey. Mekanının önünden geçerken girişte kendisiyle fotoğraf çektirmek isteyen gençleri görünce bu ‘delikanlı şöhreti’ nin geldiği noktayı daha iyi gördüm. Hatta bir süre gözlemledim neler oluyor diye. Ciddi ciddi bir fenomen olmuş Selahattin Bey. Fotoğraf taleplerine tek tek cevap veriyor, öz çekimi, tokalaşması, muhabbeti derken ummadığı bir anda gelen şöhretinin tadını çıkarıyor. İşin ilginç yanı bu ilgiden fena halde memnuniyet de sezdim tavırlarında. Ama mütevazı bir memnuniyet tabii. Aralarındaki iç mevzulara çok hakim değilim, kim haklı kim haksız hesabını da bilemem ama memleket insanını nerede kendisiyle özdeşleştirdiği bir davranış, hareket, tavır görse alıp kahramanlaştırıyor hemen. Bu kahramanlık eminim ki Selahattin Bey’in işlerine de yansımıştır.
Alaçatı’nın Sicilyalı’sı Limonaia
Limonaia, İtalyanca ’da limonların muhafaza edildiği ya da depolandığı yer olarak bilinir. O depolardaki muhteşem, taptaze limon kokusunu bir düşünsenize!? Gerçekten eşsiz. Bizde de bu iş için ağırlıklı olarak Kapadokya yöresindeki Ortahisar ve civarı kullanılır.
Her neyse. İtalyan’ın başına buyruk adası Sicilya’nın rüzgarı, Limonaia Hotel ve elbette ki bahçesindeki o muhteşem limon ağaçlarıyla beraber artık Alaçatı sokaklarında esiyor. Burası ruhuyla, çalışanlarıyla tam bir İtalyan. Öyle ki özellikle mutfakta çalışan İtalyan sayısı bizimkilerden daha fazla neredeyse. Burcu Kıratlı ve Giulio Saetta çifti Floransa'da başlayan aşk hikayelerini Alaçatı’ya taşıma kararı verdiklerinde, onlara Armani Nobu'nun eski şefi Roberto Galli’den de destek gelmiş. Ve Ristorante Limonaia fikri doğmuş. Şef Galli, Cavalli Ailesi’nin de ortak olduğu Floransa’daki Tabarin’in de şefi aynı zamanda. Menü de takdir edersiniz ki makarna çeşitleri ve risottolarıyla tamamıyla İtalyan! Bu bahçe Kemalpaşa ve Hacımemiş ’in kaosundan kaçmak isteyenler için, eşsiz bir huzur ve gastronomi noktası. Ha bu arada bahçenin tam ortasındaki zamana meydan okuyan 150 yıllık zeytin ağacının heybetini görünce, zeytinliklerimize gözümüz gibi bakmamız gerektiğini daha iyi anlıyorsunuz.
Ege sallanırken…
Ege’de tatil, eğlence, deniz, kum, güneş, konserlerle beraber endişe de at başı gidiyor maalesef. Büyük-küçük depremleriyle beşiğe dönen Ege Denizi, bu yıl hiç olmadığı kadar sallanmıştır herhalde. Kos’ta, Bodrum’da, Girit açıklarındaki 4-5 büyüklüğündeki depremler dikkat çekici. Sadece Türk tarafı değil, Yunan tarafı da bu sarsıntılardan payını alıyor elbette. Çok şükür ki, büyük can kaybı haberleri gelmiyor bu depremlerden. Yöre halkı ve yıllık tatillerini geçiren tatilciler durumdan elbette muzdarip. Bir yanda tatil, eğlence diğer yanda sarsıcı deprem gerçeği. Memleket insanı siyasetteki gerilimden, verilen negatif demeçlerden, üst üste yapılan seçimlerden, ekonominin durgunluğundan, kendi problemlerinden bunalıp stres atmak için Ege’ye giderken, bir de art arda gelen deprem sarsıntılarıyla güya derdi tasayı unutmaya çalışıyor. Gerçekten can ve ruh sağlığımız için zor günlerden geçiyoruz. Umarım kazasız belasız atlatırız bu depremleri.
Gerçi insanoğlu yaptığı işi doğru ya da doğaya uyumlu yapıyor mu, yapmıyor mu onu da durum-vaziyete bakarak karar verebiliriz. Nihayetinde birbirimize karşı dürüst olmak gerekiyor. Yağmurun ana yollarda, metrolarda sel olup akıp gitmesi, ağaçların devrilmesi, arabalarının, minibüslerin üzerinde kurtarılmayı bekleyen çaresiz metropol insanları, felç olan kent yaşamı, zarar ziyan hesapları vs... Ve elbette dönüp dolaşıp konunun kent yönetimi bilgi-becerisine ve hatta sıkça bahsi açılan betonlaşmaya, dikey yapılaşmaya gelmesi. Eleştiriler ve buna karşılık olarak savunmalar elbette...
Ha bir de dere yataklarına yapılaşma hadisesi; nihayetinde suya akacak yatak gerek. Bir de gökten inen suyu çekecek toprak elbette. İşte bunlardan yoksunsa bir kent az çok İstanbul’da yaşananları da anlayabilir, teşhis koyabilirsiniz. En doğrusu doğayı tahrip etmemek, mesuliyetli davranmak, önlem almak. Bunlar gerek şart ögeler. Yoksa geri kalanı elbette Allah’ın takdiri. Rabbim İstanbul ve İstanbullular’ı daha beterinden korusun. Amin.
Baba ’yı izlerken
Efsanevi Baba filminin ilk serisine takıldım geçen gün yine. Şahane ötesi bir film malum. Kim bilir kaç kez izledim bilmiyorum. Yıllar önce Coppola ’yı Antalya Altın Portakal ’da görünce nasıl da heyecanlanmıştım! Salona girdiğinde Cem Yılmaz’ın “Babaaa!!” diye bağırması ve sonrasındaki alkış-kıyamet de hala aklımda. O sahne fazlasıyla etkileyiciydi. Baba, malum mafyanın konu alındığı bir film.
Aileye ve verilen sözlere dair verdiği mesajlar da hayli önemli. Filmi izlerken Al Pacino ’nun sürgün İtalya zamanlarındaki Sicilya’sına ve Akdeniz’in o eşsiz coğrafyasına da tanıklık ediyoruz. Ve aynı tanıklığı, filmin çekildiği 1972’den yıllar sonra günümüzdeki bir televizyon programında yine görüyoruz. Köy aynı köy, tabiat aynı tabiat, mekanlar, evler, restaurantlar aynı.
On yıllar boyunca onlarca acı deprem hadisesine tanıklık etti memleket insanı. Hafızalarda özellikle Marmara Depremi’nden kalan kareler var. Nasıl silinsin ki? Bodrum’dan o gece çok daha yıkıcı haberler gelebilirdi. Bodrum’daki imar yönetimi ve anlayışının, ilgili bakanlık düzeyinde ve özellikle İstanbul gibi olası bir deprem beklenen metropol yöneticilerine örnek olması gerekiyor. Az katlı ve yapısı sağlam binalar binlerce, belki de on binlerce insanın hayatını kurtardı. İşte o yüzden diyorum ki, Bodrum’un imarı İstanbul’a rehber olmalı. Eminim ki ilgili merciler, gerekli çalışmaları başlatmışlardır.
Bodrumlu’nun yanındayız!
Bodrum’lu kardeşlerimin başına gelen de hani derler ya pişmiş tavuğun başına gelmez. Allah beterinden korusun tabii. İki yıldır turizmin can sıkıcı durumu malum. Bir de üstüne deprem hadisesi eklenince zaten birkaç ay olan yaz sezonunda özellikle esnafın durumu keyif kaçırtan türden. Bundan sadece Bodrum değil, ülke ekonomisi de etkileniyor. Özellikle “Bodrum’dan kaçıyorlar, gidiyorlar” tarzı haberler de ön plana çıkarılınca umutsuzluk daha da artabiliyor. Doğal bir felakete karşı, yapılarıyla dimdik ayakta duran Bodrum’un ve Bodrumlu’nun yanında olmamız şart. Bu vesileyle yönetim ve imar – iskan işlerinde ki hassasiyetinden ve başarısından dolayı Başkan Mehmet Kocadon da içten bir teşekkürü hak ediyor.
Bodrum’a ‘Lux*’
Hani her şeye inat derler ya, aynen o hesap işte. Turizmimizin içinden geçtiği şu kritik ortamda memleketten giden, gitmeyi düşünenler var mı bilmiyorum ama gelen turizm yatırımcıları da bir hayli fazla. Ne olursa olsun Ege’nin, Bodrum’un sularına ve doğasına güvenleri tam. Mesela geçen yıl korkunç 15 Temmuz öncesinde Bodrum’da kapılarını lüks severlere açan dünyaca ünlü Nikki Beach Resort ve Spa, bu sezon da tıkır tıkır işliyor. Büyük bir coşkuyla geçtiğimiz ay Adabükü’nde boy gösteren Lux* Bodrum Resort da Türkiye’ye güvenen, memleketimize, Bodrum’a sermaye yatıran dünya devlerinden biri. Ağırlıklı olarak Mauritius, Maldivler gibi tropik destinasyonlarda hizmet veren Lux Resort Ailesi, Bodrum’a daha da kalite ve para harcayan ya da para harcamayı seven turist getirecektir orası kesin. Özellikle fazla ayak basılmamış, naturel Adabükü’nü de bu vesileyle biraz daha tanımış olacak gelen turistler. İş hayatındaki başarısını turizmde gerçekleştiren ve Lux Resort’u Bodrum’a kazandıran Murat Akdoğan da ciddi bir teşekkürü hak ediyor elbette.
Dunkirk! Bir İngiliz tahliyesi
Son dönemde izlediğim en iyi savaş filmiydi diyebilirim Dunkirk için. Hani ‘savaş tüm çıplaklığıyla yansıtılmış’ derler ya aynen öyle işte. Abartısız bir savaş ortamında İngiliz askerlerinin Fransız Normandiyası ’ndan tahliyesini izliyoruz. Bu arada da savaşı hücrelerimize kadar hissediyoruz tabii. Çaresizliğin her an, her yerde olması, göz göre göre gelen ölüm karşısında yapamadıklarımız, afaganlar bassa da gerçekleri izlediğimiz ve hatta bizzat yaşadığımız savaş ortamı... Duygusallığa kaçmadan en küçük bir umut ışığına hasret, tesadüflerle ayakta kalan ya da hayatını kaybeden gencecik erkekler. Dedim ya abartıya kaçmadan, hassasiyetleri yüceltmeyen ve hatta ayaklar altına almayan, sade ve sadece savaşta yaşananlar yansıyor beyaz perdeye. Bir kurşunla, bombayla, bir torpidoyla nihayetlenen yaşamlar. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’na yönelik çok savaş filmi izledi dünyalılar ama sanırım Dunkirk’i seyredince diğerlerinden ayrı bir yere koyacaklar. Siz de öyle.
Daha rakipleri tatilden dönmemişken üstelik! Avrupa kuralarındaki rakip takımlara ‘aman bize Galatasaray çıkmasın’ diye bacaklarını zangır zangır titreterek, dua üstüne dua ettiren Cim Bom ’dan hiç eser kalmamış ne yazık ki! Sanki bu takım Avrupa’yı zamanında sallamadı. Sanki her yurtdışı çıkışımızda elin Alman’ına, Fransız’ına, İngiliz’ine ezberden en az 5 futbolcusunu saydırtmadık.
Biz bunları da gördük, duyduk, yaşadık. Nerede o Galatasaray peki? Yok. Maçlarını, gollerini izleyip Fenerli’sine, Beşiktaşlı’sına bile gurur üstüne gurur yaşatan ‘Avrupa Fatihi’ diye kıskançlıkla, gıptayla, gururla beraber izlediğimiz o şahane arslan, 10 numara 5 yıldız takımdan geldik bak nerelere. Karşı takım taraftar ve yöneticileri Dursun Özbek yönetimine fazlasıyla sempati duyuyor olabilir ama twitterda açılan hastaglere bakarsanız daha şimdiden, lig başlamadan üstelik camia fazlasıyla fokurdamaya başladı. Çok yazık. Ronaldo’lu Real Madrid’i 3-2 ‘yle geçen Drogba’lı, Sneijder’li Galatasaray’dan bugünlere. Vay bee!!! Belli ki bir IQ sorunu var bu işte. Bu kötü gidişe ivedilikle el konulmazsa kaybeden Galatasaray’dan ziyade Türk Futbolu olacak ne yazık ki. Umarız bir an önce düzene girerler.
Gir kanıma, müptelayım sana!
Liseliliğimizin en fırlama, en hayta, en ergen tabii ki en aşık zamanlarıydı. Tarkan’ın Kıl Oldum’u, Kenan Doğulu’nun Roma’yı yakması, Burak Kut’un Benimle Oynama’sı kasıp kavuruyordu bizlerin dünyasını. Ciddi bir pop patlaması vardı anlayacağınız. “Yav kardeşim n’oluyo, nasıl türüyor bu popçular?” demeye kalmadan bir başkası elinde kasetiyle ekranda, radyoda beliriveriyordu. Mustafa Sandal’ın kazak ördürmeleri, Yonca Evcimik’in abonesi derken kahve-sarı, kıvırcık saçlı, iyi kalpli, kuzeyli tipiyle dikkat çeken bir abi daha vardı. Harun Kolçak’tı o. ‘Beni Affet’ ilk albümüydü.
Patlaması da şahane oldu. Gir kanıma, bana ellerini ver, müptelayım sana derken biz ergenlerin duygularını ondan daha iyi anlatanı bulamadık açıkçası. Öyle ki yatılı okuduğum lise yıllarında etüt sonrası yatakhanelere girilip, ışıklar kapandıktan sonra kasetçaların hoparlörü makul bir seste açılır, kasette Harun Kolçak, karanlıkta o duygusal, şahane şarkıları dinlenir öyle uykuya dalınırdı. Abartısız bütün koğuş birilerine platonik aşıktık çünkü. Tamam Tarkan’ı, Kenan’ı, Mustafa’sı da şahaneydi ama Harun abimiz bir başka yazıyor, daha bir kalbe dokunuyor öyle söylüyordu şarkıları. Sadece pop değildi o çünkü. Başta o dönemin efsanevi aktörü Eşref Kolçak’ın oğlu diye çıktı sahneye, Harun Kolçak olarak kendini ispat etti ve öyle de ayrıldı bu dünyadan. Babasının gölgesinde kalmayıp öyle bir depar attı ki çizdiği yolda 5. Vites bastı gitti. Çok da iyi yaptı. Geriye de benim gibi ‘gençliğimizin romantik abisiydi, Allah gani gani rahmet eylesin’ diyen Harun Kolçakçılar kaldı işte. Nihayetinde, güzel adamdı vesselam.