Paylaş
Gözyaşı ve acılar içerisinde, eskilerin ‘‘küçük kıyamet’’ dediği depremlerden birini daha yaşadık. O zamanlarda kopan küçük kıyametlerde de herkes bugünkü gibi tek bir vücut olur ve depremin arkasından destanlar yazılırdı. İşte o destanlardan bazıları: Aradan yüzlerce sene geçmiş olmasına rağmen zaman, mekán ve şahıslar aynı bugünkü gibi...
Marmara eskilerin ‘‘kıyamet-i sugrá’’ yani ‘‘küçük kıyamet’’ dediği depremi yeniden yaşadı ve son küçük kıyamet binlerce cana maloldu.
Deprem Marmara'ya, özellikle de İstanbul'a Bizans'tan, hatta Bizans öncesinden kalmış bir mirastı. Şehir Osmanlı zamanında da defalarca sarsılmış, baştan başa harab olmuş ama acılar dindirilmiş, herşey yeni baştan inşa edilmiş, sonra bir daha yıkılmış, yeniden yapılmış, yıkılmalarla onarmalar asırlar boyunca devam edip gitmiş, geriye tarih kitaplarına giren ve destanlaşan acı hatıralar kalmıştı.
İstanbul, son beş asırda iki büyük deprem yaşadı: 1509'un 22 Ağustos'unda ve 1766 Mayıs'ının 22'sinde. İlkinde Topkapı Sarayı bile çöktü, zamanın hükümdarı İkinci Bayezid günlerce çadırda yaşadı; ikincisinde İstanbul Fatih Camii'ne varıncaya kadar yerle bir oldu. Şimdilerde bir benzerinin yaşanmasından korkulan 10 Temmuz 1894 depremi ise şiddet bakımından öncekilerin yanında hemen hiç kalırdı.
Yandaki kutularda, İstanbul'un geçen yüzyıllarda yaşadığı iki deprem, 1766 ve 1894 sarsıntıları üzerine yazılmış iki ayrı destan yeralıyor: Destan metinlerini yayınlarken dillerini bugünün Türkçesine uyarladım ve veznin bozuk olduğu bazı mısraları düzgün hale getirmeye çalıştım.
Destanlarda konu hep aynıydı... Çürük binalar yine unufak oluyor, her yerde yangınlar çıkıyor, deprem sonrasında yabancı devletlerden yardım üstüne yardım yağıyor, halk elbirliğiyle enkaz altında hayat arıyor, canlı kurtarılanlar herkese sevinç ve neş'e veriyor ve en önemlisi feláketin yaralarını sarabilmek için memleket tek vücut oluyordu. Güzelim camilerin yıkılan minareleri sadece Türkler'e değil, Ermeni vatandaşların bile gönlünü dağlamadaydı.
İşte eski zamanlardan kalma iki ayrı deprem destanı...Aradan yüzlerce sene geçmiş olmasına rağmen zaman, mekán ve şahıslar sanki bugünmüş gibi...
1894 destanı: Herkes dökülmüştü bağa bostana
Hálid Efendi, 1890'lı senelerde Fatih'teki askerî ortaokulda öğrenciydi. Tam kimliğinı ve sonraları nerede ve nasıl yaşadığına dair elimizde hiçbir kayıt yok. Askerî ortaokul öğrenciliğinin dışında hakkında bildiğimiz tek şey, 1894 depremini anlatan bir destan yazmış olması.
Ben, ‘‘Hareket-i Arz Destanı’’ ismini taşıyan bu manzumeyi rahmetli Tahir Alangu'nun 1943'te yayınladığı ve şimdi çok az bulunan ‘‘Çalgılı Kahvelerde Külhanbeyi Edebiyatı ve Numuneleri’’ isimli kitabından aldım:
Dinleyin haberi baştan aşağı
İstanbul şehrinde olan kazayı
Karalar giyiyor aháli hálá
Nice babayiğit gitti ziyána
Muharrem ayında bir salı günü
Saat hemen hemen geçmişti dördü
Ahali o anda bir zulüm gördü
Cihan bulanmıştı toza dumana
Fatih'te mektepte biz ders okurduk
Hareket başladı, hepimiz durduk
Şiddeti arttırdı korktukça korktuk
Hep birden haykırdık ulu Allah'a
Kurtulduk binadan çok şükür ettik
Hálimiz kalmadı cümlemiz bittik
Anne babamızı görmeye gittik
Hazır olduk bütün emre, fermána
Zelzeleden sonra çıktı yangınlar
Yıkıldı duvarlar kapandı yollar
Kayboldu ve gitti bütün hep mallar
Herkesin bakışı daldı hicrána
Yıkıldı hep birden háneler hanlar
Kalmadı asla sağlam duvarlar
Ahálinin yaşı sel gibi akar
Çok dua ettiler yüce Allah'a
Ne çáre, bozulmaz takdir-i Hüdá
Varsın yardım etsin cümleye Mevlá
Yıkıldı caminin alemi orda
Müezzin çıkamaz oldu ezána
Edirnekapı'da çöktü minare
Harap olup bitti civarda kale
Kurtulmaya gayrı yoktu bir çáre
Herkes dökülmüştü bağa bostana
Yıkıldı hep bütün kárgir binalar
Çatladı karakol, kışla, duvarlar
Harab oldu cümle hanlar hamamlar
Yazık değil miydi bunca insana
Zelzeleden Çarşı olmuştu haráb
Dökülmüş her yerden taş ile türáb
Ezilenler için hiç yapma hesáb
Cesedler serildi bütün meydana
Bir kimse var idi hanın içinde
O da kalmıştı bu zulmün dibinde
Çıkardılar tozla toprak içinde
Servi gibi boyu dönmüş kemána
Onu kurtardılar toprak içinden
Tuttular çektiler iki kolundan
Veriverdi bir ses o derunundan
Çehresi benzerdi bir kahramana
Sonra her devletten iáne geldi
Takdir böyle imiş, yerini buldu
Nice can ve cánán gül gibi soldu
Kara haber gitti bunca cihána
Nasıl zelzele bu, tam bir zulümdür
Söz ve láf anlamaz, böyle zálimdir
Babalar, evládlar sarılır durur
Yeniden gelmişler sanki cihána
Sene tam 1312 (1894) tamam
Bütün olanları eyledim beyán
Söylesem pek çoktur hásıl-ı kelám
Gayret et sen HÁLİD işbu destána
1766 destanı: Açılmış gül idi, soldu İstanbul
Ermeni halk şairi Minas Ceranyan 1730'larda Harput'ta doğdu, 1813'te İstanbul'da öldü. Hem Ermenice hem Türkçe şiirlerle destanlar söyledi ve şarkılar yaptı. Ceranyan, 1766 depreminden sonra faciayı destanlaştırdı.
Mısralarda konuşan sanki Ermeni bir şair değil dini bütün bir Müslümandı; Camilerden, müezzinlerden ve evliyalardan sözediyor, bugüne yakın bir Türkçe kullanıyor, meselá ‘‘zelzele’’ yerine ‘‘titreme’’ diyordu. İstanbul'un böyle bir beláya uğramasının sebebi Ceranyan'a göre şehirde işlenen günahlardı.
Minas Ceranyan'ın destanını Kevork Pamukçuyan'ın 1966'da yayınladığı ‘‘1766 Büyük İstanbul Zelzelesi’’ başlıklı makaleden naklediyorum:
Hey ağalar size tarif edeyim
Bir zalim titreme çekti İstanbul
Ortalığı yıkıp berbád eyledi
Çalkalanıp durdu bir an İstanbul
Günáhlar zeminden tá arşa çıktı
Cenáb-ı Allah'ın gönlünü yıktı
Bir nazar eyledi, hışımla baktı
Dörtte biri viran oldu İstanbul
Şu güzel İstanbul bahçeli bağlı
Döşemesi mermer, köşklü saraylı
Güzel bedestenli, çarşı pazarlı
Açılmış gül idi, soldu İstanbul
Beş vaktini kılan süslü camiler
Hakk'a ezan okunan minareler
Yıkıldı çok hanlar, hesapsız evler
Feryád u figanla doldu İstanbul
Çarşılar kapandı, evler boşandı
Meydanlar hep çadır ile döşendi
Herkes nasıl suçu varmış düşündü
Kem gözden kaygıya daldı İstanbul
Zira álem küfre, zináya düştü
Helál haram birbirine katıştı
Yalan ile yanlış hep hadden aştı
Ondan bu kazayı buldu İstanbul
Çok binalar temelinden söküldü
Nice kimselerin beli büküldü
Herkesin gözünden kan yaş döküldü
Sonundan günahın bildi İstanbul
Yetmiş iki millet yolundan şaştı
Ondan yer titredi, mizanı bozdu
Nice binaların temeli kaldı
Kimini yarıya böldü İstanbul
İstanbul dediğin büyük hánedir
Evliyalar yatağı ve bir tanedir
Demeyin ki sakın sonu fenádır
İnşalah yine şen olur İstanbul
CERYANOĞLU sözün burada kalsın
Şükür bu saate, Hünkár sağ olsun
Mevlá kendisine ömürler versin
Açıldı Bedesten güldü İstanbul
Kandilli'de o gece neler oldu?
Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara'nın geçen Perşembe gecesi ‘‘tedirginim, teyakkuz halinde olalım’’ açıklamasından sonra milyonlar sokakta sabahladı.
İşte, Prof. Işıkara'nın açıklamasından hemen sonra rasathanede yaşananların pek bilinmeyen öyküsü:
Şehirde geceleyecek yer bulma paniği devam ederken Kandilli'de de panik vardır. Prof. Işıkara'nın açıklamasından hemen sonra, rasathanenin bağlı olduğu Boğaziçi Üniversitesi'nin Rektörü siyasal bilimler profesörü Üstün Ergüder Kandilli'ye gelir. Her nedense gayet sinirlidir. Bir telefonun başına geçip Ankara'daki etkili bir bakanla defalarca görüşür. Sonra Amerikanvari yani ‘‘açık’’ ve ‘‘saydam’’ bir üniversenin rektörüne yakışır şekilde rasathanedeki bütün gazetecileri dışarı attırır. O sırada bütün Türkiye küçük de olsa bir rahatlama hevesindedir. Derken kapılar kapanır, içeride siyasal bilimler profesörü Dr. Üstün Ergüder'in de katıldığı ve sismik verilerin yorumlandığı bir ‘‘kriz masası’’ kurulur.
Toplantılar sabahın saat ikisine kadar devam eder ve sonra Prof. Işıkara'nın bir başka açıklaması gelir: Yaşanan ‘‘deprem fırtınası’’dır, korkmaya gerek yoktur, yani teyakkuz sona ermiştir.
Ben şimdi, o geceki sarsıntıların ‘‘deprem fırtınası’’ olduğu yorumuna verilerin ciddî şekilde analiziyle mi, yoksa bir siyaset bilimcisinin yanısıra etkili bir bakanın da konferans sistemiyle katıldığı o toplantının mı etkili olduğu sorusunun cevabını arıyorum.
Ama sonuç ortada: Türkiye'nin en saydam bilim adamlarından olan Prof. Işıkara bizzat başbakan tarafından açıklama yapmak yetkisiyle donatılmış olmasına rağmen susturuldu, rasathane kapalı kutuya çevrildi, Kandilli'den basına bundan birkaç gün öncesine kadar anında yansıtılan gelişmeler de günlük brifinglerin cenderesine alındı.
O geceki tehlike Allah göstermesin bir daha yaşandı diyelim... Prof. Işıkara'nın yerinde siz olsanız çıkıp aynı açıklamayı yapar mısınız, yoksa ‘‘Sosyal bilimciler sismografiyi benden daha iyi biliyorlar, onlar konuşsun’’ mu dersiniz?
Paylaş