Paylaş
Fransa'yı defterden silmek üzereyiz. Fransız şirketlerini ihalelere almıyor, ortak projeleri rafa kaldırıyor ve halkı Fransız mallarını boykot etmeye davet ediyoruz.
Paris'e doğru esmeye başlayan boykot rüzgárları, bana bundan önceki ilk millî boykotumuzu hatırlattı: 1908'de Avusturya'ya karşı başlattığımız ‘‘fes’’ boykotunu ve hazin bir öyküyü...
ÖZGÜRLÜK HİSTERİSİ
Tahtta Sultan Abdülhamid vardı, iktidarının otuz ikinci yılıydı ve memleket karmakarışık, herşey birbirine girmiş haldeydi.
Hükümdar Jöntürkler'den, Rumeli'deki askerlerden, içeriden ve dışarıdan gelen baskılara nihayet boyun eğdi, 23 Temmuz günü seneler önce kapattığı Meclis'in yeniden açılmasına izin verdi. Bu hadise, tarihlere ‘‘İkinci Meşrutiyet’’ olarak geçti.
Abdülhamid'in 32 senelik mutlakiyeti birkaç gün içinde yerini aşırı bir serbestliğe bıraktı. Söylenmesi yahut yapılması yasak olan ne varsa yazılıp konuşulur oldu, vakti zamanında sürgüne yollanan muhalifler peşpeşe İstanbul'a döndüler, sansür kalktı ve memlekette hürriyet rüzgárları esmeye başladı. İttihad ve Terakki Cemiyeti'nden artık ‘‘Mukaddes Cemiyet’’, İttihadçıların merkezi Selanik'ten ‘‘hürriyetin beşiği’’, diye bahsedilmedeydi.
Hürriyet rüzgárları, birkaç hafta sonra şiddetli bir fırtınaya döndü. Jöntürkler ve İttihadçılar duruma hakim gibi görünüyorlardı ama memlekette kimin sözünün geçtiği pek belli değildi ve bu karmaşa başkalarına yaradı: Türkiye'yle araları o zamanlarda da pek iyi olmayan ve Babıali ile devamlı didişen komşularımıza...
İlk atağı Avusturya yaptı ve İmparator François-Joseph, 1908'in 5 Ekim'inde yayınladığı bir kararnameyle, káğıt üzerinde de olsa Türk toprağı sayılan Bosna-Hersek'i ilhak ettiklerini açıkladı. Babıali, Viyana'nın yarattığı şaşkınlıkla mahmur bir haldeyken, aynı gün bu defa Sofya'dan da bir haber geldi: O zamana kadar yine káğıt üzerinde Osmanlı toprağı sayılan ama apayrı bir prenslik olan Bulgaristan artık ‘‘bağımsız bir krallık’’ olduğunu ilán etti. Bütün bunların üstüne de, Yunanistan, hemen ertesi günü Girit adasını topraklarına kattığını duyuruverdi.
O devrin hükümet merkezi Babıali'nin, bütün bu oldu-bittilere protesto dışında bir karşılık vermeye ne gücü, ne de háli vardı. Viyana'ya, Atina'ya ve Sofya'ya gönderilen telgraflarla Osmanlı topraklarına yapılan bu tecavüzler kınandı ama bu arada herkesi şaşırtan bir de karar alındı: Avusturya'yla yapılan her türlü ticareti boykot edildi ve ithalát durduruldu.
Türkiye'nin Avusturya'dan yaptığı ithalátın büyük kısmında, eski giyimimizin belki de en önemli parçası olan fes vardı. Gerçi İstanbul'da bir ‘‘Feshane’’ faaliyetteydi, işe özel sektör de el atmıştı ama yerli üretim ihtiyacın çok altındaydı ve kullanılan feslerin yüzde yetmişe yakını Avusturya malıydı. Bütün çabalarını devlete tek başlarına hakim olmaya sarfeden İttihadçılar, işlerine gelecek bir galeyan havası yaratabilmek için boykotu var güçleriyle desteklediler.
YİNE BİZ KAYBETTİK
Partili konuşmacılar İstanbul'un hemen her meydanında nutuklar çekmede, halkı Avusturya malı fesleri kullanmamaya ve daha önceden satın aldıklarını da parçalayıp atmaya çağırmadaydılar.
Boykota katılanların sayısı gün geçtikçe arttı, Avusturya'dan gelen fesler satılmaz oldu, fesin yerini kalpağı andıran serpuşlar aldı ama bu milli galeyan sadece dört ay devam edebildi: Viyana ile masaya oturan Babıali, 26 Şubat'ta imzaladığı bir anlaşmayla Bosna-Hersek'in Avusturya toprağı olduğunu kabul edip bütün haklarından feragat etti. Birkaç hafta sonra da Sofya ile anlaştı ve bu defa da 5 milyon İngiliz altını tazminat karşılığında Bulgaristan'ın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı. Ama değil 5 milyon, tek bir altın bile alamadık, zira Bulgaristan ödeyecek parası olmadığı bahanesiyle Rusya'yı devreye soktu, Ruslar tazminatı garanti ettiklerini ama Türkiye'nin kendilerine önceden kalma savaş tazminatı borcu bulunduğunu ve sözkonusu 5 milyon altının bu tazminata mahsup edildiğini söyleyip hiçbir ödeme yapmayacaklarını açıkladılar. Fes boykotu da bu arada kaynadı, gitti...
Bundan 83 yıl önceki ilk milli boykotumuzun öyküsü, kısaca işte böyle. Ben şimdi, Fransa'ya karşı esmeye başlayan boykot rüzgárlarının nereye kadar gideceğinin merakındayım.
İşgalde bile kapanmayan kütüphaneleri kapattılar
Başbakan Ecevit'in dedesinin evini müze yapma hazırlığında bulunan Kültür Bakanlığı, bir ilke daha imza attı: ‘‘Personel yokluğu’’ ve ‘‘ödeneksizlik’’ gibisinden bahanelerle başta Ali Emîrî , Köprülü ve Atıf Efendi Kütüphaneleri olmak üzere gibi İstanbul'un önde gelen çok sayıda kitaplığını kapattı. Aylardan beri kapıları kilitli vaziyette bulunan bu kütüphaneler işgal günlerinde bile kapanmamış, asırlar boyu açık kalmışlardı.
Ali Emîrî Efendi, Türk tarihinin en meşhur kitap meraklısıydı. 1857'de Diyarbakır'da doğdu, idari vazifelerle seneler boyu imparatorluğun dört bir tarafını dolaştı ve bu seyahatleri sırasında binlerce kitap topladı. 1908'de emekli olmasından sonra sadece Türkiye'nin değil, bütün dünyanın en zengin özel kitaplıklarından birini kurup başına geçti: Adına bugün ‘‘Millet Kütüphanesi’’ denilen Fatih'teki kütüphaneyi... 1924'teki ölümüne kadar kendi eseri olan bu kütüphanenin müdürlüğünü yaptı ve bütün kitaplarını buraya vakfetti.
Birbirinden kıymetli ve tek nüsha olan eşyazması eserler toplamıştı. Türkçe'nin bilinen en eski sözlüğü Divan-ı Lügatü't-Türk, onun yokolmaktan kurtardığı eserlerden sadece biriydi ve bilim dünyası bu son derece kıymetli kitapla Ali Emîrî sayesinde tanışabilmişti.
Millet Kütüphanesi, neredeyse bir buçuk senedir kapalı. Sebebi, kütüphanenin mekánı olan Feyzullah Efendi Medresesi'nin 16 Ağustos depreminde hasar görmesi. Ali Emîrî 'nin kitapları şu anda koliler içerisinde beklemede ama üzerinde ‘‘Millet Kütüphanesi’’ damgası bulunan bazı baskı eserler piyasada müşteriye sunulmada...
İşin çok daha acı olan bir başka tarafı daha var: Kültür Bakanlığımız bugünlerde ‘‘ödenek’’ yahut ‘‘personel yokluğu’’ gibisinden bahanelerle İstanbul'daki kütüphanelerin kapılarına teker teker kilit vuruyor. Kolleksiyonlarındaki tek nüsha elyazması eserler sayesinde ilim dünyasında gayet iyi bilinen ve tanınan Köprülü ve Atıf Efendi Kütüphaneleri aylardan beri kapalı. İsmihan Sultan, Hüsrev Paşa ve Mihrimah Sultan kitaplıklarının kilitlenmesinin üzerinden ise neredeyse iki sene geçti ve bütün bunlar ‘‘millenyum’’ yahut ‘‘bilim ve teknoloji çağı’’ gibisinden sözleri dilimizden düşürmediğimiz günlerde yaşandı.
Şimdi 83 yaşında olan ‘‘Eşekli Kütüphaneci’’ Mustafa Güzelgöz'e gösteriş ziyaretleri tertip etmekle yahut Bülent Ecevit'in dedesi Mustafa Şükrü Efendi'nin Kastamonu'daki evini müze yapmaya kalkışmak gibisinden ‘‘Sayın Genel Başkan'a tabasbus’’ işleriyle meşgul olan zeváta küçük bir hatırlatma: Devr-i iktidarınızda kapılarına kilit vurulan İstanbul kütüphaneleri işgal günlerinde bile kapanmamış, hep açık kalmışlardı!..
Paylaş