Paylaş
Kosova'lı mültecilerin ‘‘Sırplar mezarlarımızı bile yokedecekler’’ demesi, bana Balkanlar'da yüzlerce sene devam eden Türk hakimiyetinden kalan çok önemli bir mekánı hatırlattı:
Birinci Murad'ın ‘‘Meşhed-i Hüdevendigár’’
denen Kosova'daki türbesini... Kurşunların
dört bir yanını delik deşik ettiği bu türbeye sahip çıkmak, bizlere altı asır öncesinden kalan bir namus borcudur.
CNN'e konuşan orta yaşlı Arnavut mülteci aksanlı ama gramer bakımından düzgün bir İngilizceyle ‘‘Geride kalan kim varsa öldürülüyor, herşeyimiz yakıp yıkılıyor’’ diyordu.
Ekranın alt tarafındaki bantta alelácele geçiştirilen isminin sadece ‘‘Remzi’’sini okuyabildim. Belki yarım dakika konuştu, sonra gözleri doldu ve ‘‘Our graves will be eradicated’’ dedi; yani ‘‘Mezarlarımız bile yokedilecek, kazınacak’’...
Derken, Remzi'nin yerini NATO sözcüsü James Shea aldı. sözcü müttefik uçakların bir gece önce kaç sorti yaptıklarından ve kara harekátı ihtimalinden bahsederken aklım Remzi'nin cümlesine takılı kalmıştı: ‘‘Mezarlarımız bile kazınacak’’ sözüne. Zaten Kosova'nın bahsi ne zaman geçse hemen oradaki bir mezarı, ‘‘Meşhed-i Hüdevendigár’’ denen türbeyi hatırlardım. Burası, Balkan Slavları'nı yüzlerce sene devam edecek olan Türk hakimiyeti altına sokan Birinci Murad'a yapılan ilk türbeydi.
Sultan Murad'ın orada niçin ve nasıl can verdiğini çoğumuz biliriz ama kısaca bir hatırlatayım: Sırp Kralı Lazar'ın kumanda ettiği Sırp ve Hristiyan müttefik ordusunu 1389 yazında Kosova'da, Mitroviçe ile Üsküp arasında kalan ve Priştine'nin batısına düşen Kossovapol Ovası'nd' perişan etmiştik. Zafer Balkanlar'ın kapısını bizim için ardına kadar açmış ama yedisinden yetmişine hemen her Sırp'a altı asırdan beri hiç tükenmeyecek olan ‘‘Türkler'den 1389'un acısını çıkartma’’ histerisini armağan etmişti.
Kosova'da Balkanlar'a karşılık bir hükümdar verdik: Miloş Kapiloviç adında bir Sırp asilzadesi Sultan Murad'ı savaş meydanında hançerlemeyi başardı. Katil tarihlerin yazdığına göre hemen oracıkta ‘‘it gibi tepelendi’’ ama ağır yaralanan hükümdar sadece birkaç saat yaşayabildi. Oğlu Yıldırım Bayezid ilk iş olarak kardeşi Yakup Çelebi'yi boğdurdu, sonra babasının cesedini tahnit ettirdi ve cenazeyi Bursa'ya götürüp Çekirge'deki muhteşem türbeye defnetti. Birinci Murad'ın iç organlarını Kosova'da şehid edildiği yere gömüldü, üzerine gene bir türbe inşa edildi ve ismine ‘‘Meşhed-i Hüdevendigár’’ dendi. Burası Balkanlar'daki Türk hakimiyetinin sembolü olacak, Kosova'nın Müslüman nüfusu için bir evliya türbesine ama hükümdarın katili Miloş'un heykellerini Sırbistan'ın dört bir yanına diken Sırplar için intikam hedefine dönecekti.
Meşhed-i Hüdevendigár'daki son merasim 1911 ilkbaharında oldu. Zamanın hükümdarı Sultan Reşad o zamanlar bizim olan Balkanlar'da seyahate çıkmış, Kosova'ya kadar gidip ceddi Sultan Murad'ın türbesini ziyaret etmişti. Türbenin o senelerde bomboş olan etrafına namazgáhlar kuruldu, Sultan Murad'ın hatırasına yapılan bu son resmî ve dinî törene yüzbinlerce kişi katıldı.
İşte, CNN'e konuşan Arnavut mülteci Remzi'nin ‘‘Mezarlarımız bile yokedilecek’’ demesi bana herşeyden önce bu hükümdar mezarını hatırlattı. Türbenin NATO operasyonundan önceki çatışmalarda kurşunlandığı, cam-çerçeve namına hiçbirşeyinin kalmadığı zaten biliniyordu ve Kosova Müslümanlarının yerinden yurdundan edilmesi üzerine Sırplar için artık açık bir hedef olmuştu.
Şurasını unutmayalım: Kurşunların dört bir yanını delik deşik ettiği Kosova'daki bu garip türbeye sahip çıkmak, bizlere tam altı asır öncesinden kalan bir namus borcudur!..
‘‘Miloş'u it gibi tepelediler’’
Tarihçi Derviş Ahmed Aşıkî, 15. yüzyılda yaşadı ve ‘‘Aşıkpaşazade’’ ismiyle tanındı. Adı ‘‘Dástán ve Tevárîh-i Mülûk-i Ál-i Osman’’ olan bir eser yazmıştı. Aradan beş asır geçti ve Ahmed Aşıkî'nin kısaca ‘‘Aşıkpaşazade Tarihi’’ denen kitabını Nihal Atsız 1949'da yeni harflerle yayınlandı. Bu yayın şimdi Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarını anlatan en önemli kaynak kabul ediliyor.
Aşıkpaşazade, Miloş Kapiloviç'in Sultan Murad'ı Kosova'da şehid etmesiyle ilgili olarak bugünün Türkçesiyle bakın neler anlatıyor:
‘‘Káfirler İslám askerini gördüler, hemen o anda bayraklarını kaldırdılar. Sağ tarafta oğlu Bayezid Han, sol tarafta küçük oğlu Yakub Çelebi durdu. Gaziler tekbir getirip káfire karşı yürüdüler. Savaş iki namaz arasına kadar devam etti. Bayezid Han sağ koldan, Yakub Çelebi de sol koldan iyi cenk ettiler. Lazar, Yakup Çelebi'nin bulunduğu tarafa yaklaştı ve askerini sürdü. Murad Han'ın karşısındaysa Miloş Küpile denilen bir káfir vardı. Hançerini arkasına sakladı, şapkasını eline aldı ve Han'a doğru yürüdü. Gaziler önüne çıkınca ‘‘Ben hem el öpmeye, hem müjde vermeye geldim. Lazar'ı oğluyla beraber yakaladılar ve buraya getiriyorlar. Bunları Han'a söyleyeceğim’’ dedi. Gaziler inanıp Miloş'u Han'ın huzuruna çıkardılar. Mundar oğlu mundar herif hemen hançerini çıkartıp Murad Han'ı vurdu ama it gibi tepelendi. Beyler Şehzade Bayezid'i sancağın altına getiridiler. O sırada Lazar'la oğlu da yakalanmıştı. Lazar, Murad Han'ın vaziyetini görünce ‘‘Artık bizim işimiz de bitmiş demektir’’ dedi ve oğluyla birlikte işi bitirildi. Sonra, káfir askerlerini tepeleyen Yakup Çelebi'ye haber yollandı, ‘‘Gel! Baban seni ister’’ dendi ve gelince o da babası Murad Han gibi edildi. Asker o gece ızdıraba düştü. Sabah olunca Bayezid'in Han olmasını kabul ettiler ve Edirne'ye döndüler. Bu macera, hicretin 791. yılında (1389) yaşandı’’
Bu Karakuşî fetva hangi alláme hukukçunun eseri?
Kültür Bakanlığı'nın hukukçuları ‘‘Eski eser kolleksiyoncuları bundan böyle kolleksiyon yapamayacak ve eserleri birbirlerine devredemeyecekler’’ diyen Karakuş; bir fetva verdiler. Bu değişiklik tek bir işe yarayacak: Toprakaltı eserlerimizin dışarıya kaçırılmasına...
Türkiye'nin ‘‘gerçek’’ eski eser meraklıları, yani tarihi eserleri para-pul, menfaat yahut sınıf atlamak maksadıyla değil sadece zevkleri ve kültürleri için toplayan müzelere kayıtlı kolleksiyoncular bugünlerde hayli teláştalar.
Sebebi, ‘‘Korunması Gereken Taşınır Kültür ve Tabiat Varlıkları Kolleksiyonculuğu Yönetmeliği’’nde yapılan bir değişiklik. Kültür Bakanlığı'nın kafaları tek parti döneminde kalan birkaç işgüzar memuru kalkmış, ‘‘Devlet eski olan herşeye el koymalı, şahıslar eski eser toplayamamalı. Hadi yönetmeliği değiştirelim’’ demiş, oturup değiştirmişler ve bakanlığa da yönetmeliğin yeni şeklini Resmi Gazete'de yayınlatıp yürürlüğe koymak düşmüş. Bütün bunların üstüne aynı bakanlığın alláme hukuk müşavirlerinden de bir fetva çıkmış ve ‘‘kolleksiyoncular bundan böyle hiçbir şey alamayacak ve birbirlerine devredemeyecekler’’ buyurulmuş. Hazretler sizin anlayacağınız ‘‘Eski eser sahiplerinin hepsinin kelleleri tiz urulup malları müsadere oluna’’ diyeceklermiş ama dilleri varmamış.
Bakanlıktakilerin bu kerametini, tek suçları ellerindeki eserleri müzelere bildirmek olanlara, yani resmi kolleksiyonculara tebliğ vazifesi de müze müdürlerine düşmüş. Her bir paragrafı yedi satır uzunluğunda olan, ne söylediği anlaşılmayan mektuplar yollamış ve ‘‘Bundan böyle eski eser meser toplayamayacaksınız. Bu iş buraya kadar!’’ demeye çalışmışlar.
Kolleksiyoncular şimdi işte bu yüzden teláş içinde ve hepsi ‘‘Bu iş elimizdeki eserlere el koymaya kadar gider mi?’’ endişesinde...
Bu yönetmelik rezaletini Kültür Bakanı İstemihan Talay'la konuştum. Konuya el attığını ve ayakları yere basan yeni bir metin yayınlanması talimatı verdiğini söyledi ama bakanlığın alláme hukukçularına gene de hatırlatmadan edemeyeceğim:
Eski eser kolleksiyoncuları hırsız, müzeciler de polis değildir. Bugün bütün dünya toprakaltı değerlerin korunması için özel müzeleri ve kolleksiyoncuları teşvik ederken birileri bazı işler çevirdi deyip bütün kolleksiyoncuları töhmet altında bırakmak, onlara eski eser hırsızı gözüyle bakmak, müzecileri zaptiye konumuna getirmek ve seneler öncesinde kalmış bir siyasi kafayla böyle yönetmelikler çıkartmak tek bir işe yarar: Şahısların kolleksiyonculuk hakkının dondurulmasıyla piyasadaki malların kaçak meta haline gelmesine ve dolayısıyla tarihi eserlerin Türkiye dışına kaçırılmasına...
Sizler bu yasakçı kafada devam ettikçe günün birinde Sultanahmet'teki koskoca Dikilitaş'ın bile uçup gideceğinden emin olun.
Paylaş