Paylaş
İtalya'nın Abdullah Öcalan'ın tutukluğunu kaldırması ve bir Avrupa ülkesinde yargılanması tartışmaları, bana Berlin'de bundan 77 yıl önce görülen bir başka davayı hatırlattı. Sadrazam Talât Paşa'yı 1921 Nisan'ında Berlin'de ensesinden kurşunlayarak öldüren Sogomon Tehliryan da bir günlük yargılamadan sonra beraat etmişti.
Avrupa, Abdullah Öcalan'ı ne yapacağına, nerelere koyacağına bir türlü karar veremiyor. Roma'daki mahkemenin bebek katilinin tutukluluk halini geçen çarşamba günü kaldırmasından sonra şimdi bir yandan teroristin nereye gönderileceği tartışılıyor, bir yandan da ‘‘uluslararası bir mahkemeye çıkartılabileceği’’ ihtimalinden söz ediliyor...
Öcalan'ın serbest bırakılması, bana Berlin'de bundan tam 77 sene önc görülen bir başka davayı hatırlattı: Sadrazam Talât Paşa'nın katili Sogomon Tehliryan'ın duruşmasını, bir günde beraat ettirilmesini ve mahkeme salonundan elini-kolunu sallayarak, çiçekler içerisinde çıkıp gitmesini...
Talât Paşa, İttihad ve Terakki Partisi'nin üç liderinden biriydi. Önce Dahiliye Nazırlığı yapmış, sonra sadrazamlığa getirilmişti. Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki Ermeni ayaklanmaları onun sadrazamlığı sırasında yaşandı. Ermeniler'in imparatorluğun başka bölgelerine nakledilmesi kararını veren hükümetin başında Talât Paşa vardı ve bu yüzden bütün Ermeni örgütleri tarafından ‘‘en büyük düşman’’ ilân edildi.
Paşa, imparatorluğun dünya savaşını kaybetmesinden sonra İttihad ve Terakki'nin lider kadrosuyla beraber Türkiye'den ayrılıp Almanya'ya yerleşti, ismini değiştirdi, Berlin'de eşi Hayriye Talât Hanım'la beraber sade bir hayat sürmeye başladı. Ama Ermeni komitacıların takibi altındaydı ve 1921'in 15 Mart günü Hardenberg Caddesi'nde yürüyüş yaparken Sogomon Tehliryan adındaki bir terorist tarafından ensesinden vurularak şehid edildi. Tehliryan hemen yakalandı, Şarlottenburg Ağır Ceza Mahkemesi'nde adalet önüne çıkartıldı ve bir günlük yargılamadan sonra beraat etti. Beraati gerekçesi ‘‘Türkler'in Ermeniler'e yaptıkları dolayısıyla kapıldığı ağır tahrik’’ti.
Katil, mahkeme salonundan çiçekler ve alkışlar içerisinde ayrıldı. Avrupa'dan Güney Amerika'ya göç etti, hiç utanmadan Talât Paşa'yı niçin ve nasıl vurduğunu anlattığı bir de kitap yazdı ve 1960'da Arjantin'de öldü.
Sogomon Tehliryan'ın evlere şenlik yargılanmasının öyküsü işte kısaca böyle... Suçüstünde yakalanan bir katili 1921'de sadece bir gün devam eden göstermelik bir yargılamayla serbest bırakan Avrupa'nın Abdullah Öcalan'ı ne yapacağını, hakkında nasıl bir karar vereceğini buyurun, siz tahmin edin...
Paşa'nın son mektubu
Hayriye Talât Hanım, Sadrazam Talât Paşa'nın eşiydi. Berlin sürgününe o da katılmıştı ve Paşa'sı Tehliryan'ın kurşunlarıyla can verdiği sırada o henüz otuzlarının başındaydı. Paşa'sının kanlı gömleğini 62 yıl boyunca kutsal bir emanet gibi sakladı ve hayata 1983'te İstanbul'da veda etti. Talât Paşa'nın 31 Mart 1920 tarihli bu mektubu, eşi Hayriye Hanım'a son yazdıklarından biri. Almanya'dan bir başka isimle İsviçre'ye geçmiş olan Paşa oradaki temaslarını anlatıyor ve sonra eski bir sadrazam bile olsa hemen her evli erkeğin yaptığını yapıyor ve Hayriye Hanım'a seyahat öncesinde hazırlanıp eline tutuşturulan bir alışveriş listesi hakkında rapor veriyor:
‘‘İki gözüm elmas karıcığım, ruhum, canım Hayriyeciğim,
Artık seni fazla özledim, bu defa dayanamıyorum. Evvelce alışmış idim, şimdi de sana alıştım.
Edib Bey geldi. Cumartesi günü birlikte Karasu'nun bulunduğu yere geçeceğiz. Hiç merak etme, o herkesi tanıyor. Kendi hususi yeri de var. İki gün veyahud bir gün kaldıktan sonra doğru senin yanına döneceğim. Pazar günü Lozan'a gittim, Cavid Bey'le görüştüm ve pasaportu yaptırdım.
...Karasu'nun yanına gideceğimi hiç kimseye söyleme, ‘‘İsviçre'de işleri daha bitmemiş’’ dersin.
Dün sana siyah, parlak, uçları sivri bir çift bot aldım. Kızma, bot değil iskarpin aldım. İnşaallah beğenirsin.
Hayreti'nin (kayınbiraderi) gözlerinden öperim. Onun da düğmelerini aldım. Çorapları avdette alacağım. Burada şapka beğenmedim, camlarda (vitrinlerde) yalnız senin hasırlara benzer şapkalar var. Baki yanaklarından öper, seni Alah'a emanet ederim elmas karıcığım.
Senin
Talât’’
İyi ki batı basını var da bize kendimizi öğretiyor
Basınımız, insan taşıyan ilk roketi İstanbullu Lâgarî Hasan Çelebi'nin yapmış olduğunu hafta başında bir Amerikan dergisinden öğrendi. Türkiye'de hakkında daha önce dünya kadar yayın yapılan bu konudan artık Amerikan dergileri vasıtasıyla haberdar olmamız tek birşeyi gösteriyor: Kendimizle ilgili ne varsa unutmuş olduğumuzu...
Gazetelerde hafta başında roketlerle ilgili bir haber vardı: Amerika'da çıkan ‘‘Weekly World News’’ dergisi, ‘‘Uzaya ilk roketi Türkler'in gönderdiğini’’ yazmıştı. Dergide ‘‘Osmanlı ordusunda roket birliklerinin kullanıldığı’’ da anlatılıyor ve ‘‘Kayıtlara geçen ilk insanlı uzay denemesinin Türkler tarafından yapıldığı belirlendi’’ deniyordu.
Habere basınımız büyük alâka gösterdi ve gazetelerle TV'lerde ‘‘Uzaya ilk roketi bizim gönderdiğimiz ortaya çıktı’’ diyen başlıklarla verildi. Batılılar havacılık gibi teknik bir konuda öncülük ettiğimizi ortaya çıkardıkları için gayet memnun ve son derece mesuttuk.
Bu haberleri okuyunca, ben başka türlü düşündüm... Zira gazetelerde bahsi geçen roket hadisesi tarihimizin eğlenceli sayfalarından biriydi ama bunu bile artık unuttuğumuzu ve başkalarından öğrenmeye mecbur kalır hâle geldiğimizi göstermedeydi...
Roket işinin aslı şuydu: Evliya Çelebi, meşhur seyahatnamesinde Lâgarî Hasan Çelebi isminde garip bir zattan bahsediyor, 1633'te kendi icadı olan bir aletle uçtuğunu ve yere sağ salim indiğini yazıyordu. Lâgarî Hasan Çelebi, kanat takıp İstanbul'un bir yakasından ötekine uçan Hezârfen Ahmed Çelebi'yle beraber tarihimizin bilinen bir ismiydi. Çok değil, 20-25 sene öncesine kadar okullarda da bahsi geçerdi ve benim neslim Lâgarî'nin adını daha çocukluğumuzda duymuştu.
İş bu kadarla da bitmiyordu: Bizim yeni duyduğumuzu zannettiğimiz 1633'teki bu uçuş tecrübesi her yönüyle mâlumumuzdu ve fiziki hesapları bile yapılmıştı. Yavuz Kansu 1971'de çıkan kitabında, ‘‘Havacılık Tarihinde Türkler’’de ‘‘Lâgarî Hasan Çelebimizin karşısına daha tek bir rakip çıkmamıştır’’ dedikten sonra Prof. Muammer Aksan'la Emel Dilmen'in sayfalar süren mukavemet hesaplarını yayınlıyordu. Sözün kısası; Lâgarî bize aitti, bizdendi, tarafımızdan vaktiyle gayet iyi bilinirdi ama artık unuttuğumuz daha birçok şey gibi şimdi onun macerasını da hatırlamıyorduk ve ismini Norveç'ten yahut Amerika'dan işittiğimizde içimizi bir sevinç kaplıyordu...
Weekly World News'ta çıkan ‘‘İlk roketi Türkler yaptı’’ haberi, bana işte bunu öğretti: Kendimizle ilgili konulara ne kadar uzak kaldığımızı; elin yabancısının ‘‘Türkler'in iki adet kaşı vardır’’ gibisinden bir söz etmesi halinde bunu bile büyük bir buluş sayıp ‘‘Meğer iki kaşımız varmış! Bugüne kadar nasıl oldu da farkına varamadık ki?’’ diye sevineceğimizi...
Ben size ‘‘Devlet sanatçısı olamazsınız’’ demedim ki...
Geçen hafta İstanbul Radyosu'nda seneler önce yapılan bir solistlik imtihanından bahsetmiştim. Jüride Refik Fersan ve Mesud Cemil gibi Türk Müziği'nin önemli isimleri vardı ve bu üstadların çaktırdığı o zamanın gençlerinden bazıları, 30 küsur sene sonra Baba'dan devlet sanatçılığı unvanı almışlardı.
İmtihanı veremeyenlerin arasında olan Mustafa Sağyaşar hafta içerisinde beni aradı. Yazdıklarımın doğru olduğunu, jüride Refik ve Mesud Beyler'le beraber Ruşen Ferid Kam, Vecihe Daryal, Refik Ahmed Sevengil gibi o devrin diğer üstadlarının da bulunduğunu söyledi. Kendisiyle ilgili olarak ‘‘solo okuyamaz’’ kararı verilmesinin sebebinin ‘‘Radyodaki kadroların azaltılması politikasından kaynaklandığını’’ ve Mesud Cemil'den imtihan sonrasında tebrik almasına rağmen kararın personel politikası yüzünden aleyhinde çıktığını anlattı.
Mustafa Sağyaşar düzgün bir insan ve efendi bir sanatçıdır. Sözüne itimad ediyor ve söylediklerini aynen naklediyorum. Son sözüm, ‘‘Siz Türk Müziği'nin Karayan'ısınız’’ gibisinden tabasbus dolu iltifatlara ancak yarım saat sonra tenezzülen bir ‘‘Estağfirullah!’’ çeken yeni devlet ‘‘sanatçı’’larına: Özel radyoları kapı kapı dolaşıp garip savunmalar yapmaktan ve eşinize-dostunuza bana kınama faksları yollatmaktan vazgeçin. ‘‘O zaman becerememiştik ama sonradan çalışıp birşeyler olmaya uğraştık’’ deyin. Sizler gibi ‘‘sanatçı’’lara yakışanı budur.
Paylaş