Paylaş
Devir değişti, dünya küçüldü ve bir zamanlar imamla mahalle halkının yaptığı baskınların yerini artık İnterpol baskınları aldı. Eskinin nam salmış kabadayılarını sevdikleri kadınların yanına gittikleri zaman mahalle imamıyla zaptiye basardı, şimdi aynı işi İnterpol'le Türk polisi yapıyor...
Son haftayı, peşpeşe yakalananan babaların yakayı ele verme maceralarıyla geçirdik. Bazısı Türkiye'ye kalkıp kendiliğinden geldi, gelmek istemeyenleri ise Akdeniz'in şık şehirlerindeki pek şık olmayan mekânlara kapatıldılar.
Kaderleri sanki ortak yazılmış gibiydi, hepsinin yakalanışı aynı oldu: Yalnızlık canlarına tak etti; mâşukalarını, yani sevdikleri kadınları aradılar, yanlarına çağırdılar, hanımların izleri sürüldü, derken bir baskın ve ‘‘Görev başarıyla tamamlanmıştır Müdürüm!’’...
Yakalanan âşıklar televizyonlara mâşukalarıyla beraber çıkınca geçmişin aynı şekildeki baskınlarını, o baskınları gösteren minyatürleri ve yazılan destanları hatırladım. Bugünün ‘‘baba’’larıyla eski zamanların ‘‘kabadayı’’larının ele geçirilmelerinin yolu aynı gibiydi. Kabadayı da ‘‘Hatun, saklandığım yere gelesin!’’ buyurur; yaşmağını takıp feracesine, bürünen yahut çarşafına giren kadıncağız yola çıkar, zamanın zaptiyesini arkasına takar ve iş o zaman da tamamlanırdı.
Bugünlerle sadece tek bir fark vardı arada: Baskını yapan zamanın zaptiyesi yahut yeniçerisiydi. Arada İnterpol yahut filânca memleketin polisi olmazdı ve iş burada biterdi. Mahalledeki evlerden birinde namusa mugayir işlerin çevrildiği farkedilirse gecenin çökmesi beklenir, baskını yapacak olanların başına imam geçer ve zaptiyeyle mahalleliyi arkasına alıp eve girerdi. Çapkın arka pencereden veya odunluk kapısından kaçamayıp da yakayı ele verecek olursa giyinmesine bile izin verilmeden önünde ve arkasında teneke çala çala karakola götürülür, orada bir güzel falakaya yatırılır, kadın da İstanbul'dan çıkartılıp başka bir şehre yollanırdı...
Baskınlar o devirlerde de gündemin üst sıralarında yer tutar, sonra destanlara kadar konu olurdu. Yan sütunda işte bunlardan biri, Beşiktaşlı Gedai'nin 19. asır sonlarında kaleme aldığı bir destan yer alıyor. Vaktiyle Reşad Ekrem'in yayınladığı destanın bazı kelimelerini vezni bozmadan bugünün diline aktardım. Okuyun, baskının yaşandığı evin yerine bir başka memleketteki mekânları, meselâ Nice'in meşhur Negresco Oteli'ni koyun, düşünün ve bazı işlerin yüzlerce senedir değişmeden devam ettiğini sizler de görün...
100 yıllık
baskın destanı
Gezerken buldum ben bir taze civan
Peşine düştüm hem hayli bir zaman
Burnu henüz eğri, kaşları keman
Yüzyüze gelince yaktım abayı
Yâr ile eyledik tenhada sohbet
Dedi sen bu gece gelirsen elbet
Dedim ey efendim cânıma minnet
Orda tarif kıldı semti, civârı
Yâr ile uğradık bir tenha yola
Yan yana yürürdük kol sara sara
Dedi sakın bakma sen sağa sola
Vara vara gittik Küçükpazar'a
Gördün mü efendim gördün mü evi
Kırmızı boyalı kafesi yeni
Saat üçe kadar gözlerim seni
Gayet çokça getir o piyazları
Saat üçte çıktım elimde fener
Arkama düştü hem bir sürü nefer
Adettir köşede söndürmek fener
Kapının önünde kıldım karârı
Bir fiske taşını attığım zaman
Kapıda beklermiş o sevdiğim can
Kapıyı açarak dedi: ‘‘Sus, aman’’
Merdivenden çıktım pat pat yukarı
Beş on kadeh verdi ol gümüş bilek
Dedim keyfim tamam ey huyu melek
Şilteler açıldı kuştüyü döşek
Soymaya başladı ben âşığını
Yâr ile ikimiz yatağa girdik
Safâlar eyledik yüz yüze sürdük
Sonra ikimiz de murâda erdik
Cânım pek hoşlandı etmem inkârı
Yâr ile bir müddet biz sürdük safâ
Kanunda yazılı safâya cefâ
Gece yarısında çıktı bir sadâ
Sıçradım döşekten kalktım yukarı
Komşular çağrışır: ‘Hanife Hanım!’
Fatma kadın der ki: ‘Ayol, a canım!’
Gözümle gördüm yoktur yalanım
Bastı şamatayı o şirret karı
Gittikçe büyüdü gürültü aman
Saatime baktım olmuş altı tam
Ardında mahalle en önde imam
Neferler berâber hem subayları
İki üçü birden kapı çaldılar
Bütün cemâatle eve daldılar
Tavan arasında beni buldular
Dediler teslim ol yoktur zarârı
Yukardan aşağı çarşafı siyah
Görenler yârimi ettiler âh vâh
Kimi mecnun oldu kimi de seyyâh
Koltuğum kabarır gördükçe yârı
Ağakapısı'ndan girdim içeri
Kollarımdan tuttu üç yeniçeri
Keçeyi serdiler âdet üzeri
Çıkardılar baştan hepsi külâhı
İki çingen cellâd geldi başıma
Kasdettiler benim şirin cânıma
Yalvardım yakardım girme kanıma
Emir böyle imiş yedim sopayı
İsim özürlü medyamız
Gazetelerin dış haber sayfalarında ve TV'lerin haber bültenlerinde isimlerini yanlış yazıp söylediklerimiz kervanına 'Usâme bin Ladin' de katıldı ve adamın adı ‘‘Osama’’ya döndü. İşte, adlarını CNN'in telâffuz ettiği yahut AP'yle Reuter'in yazdığı gibi kullanıp başka şekillere soktuğumuz meşhurlardan birkaçı...
Dış habercilikte son 10-15 seneden beri bir garip âdet edindik: Batının şahıs ve mekân adlarını doğru söyleyip doğru yazıyoruz ama yakın çevremizle, Ortadoğu'yla ve İslam dünyasıyla ilgili ne kadar isim varsa bozuyor, başka şekillere sokuyoruz.
Son örnek, ‘‘Osama ben Laden’’.
Afrika'daki Amerikan elçiliklerine saldırılmasından sonra daha da bir meşhur olan bu milyarder Suudi vatandaşının adını haber bültenlerinde ilk işittiğim zaman spikerin ‘‘dolama’’, ‘‘yalama’’, ‘‘kosana’’, ‘‘şamama’’ gibisinden bir söz ettiğini zannettim; derken ‘‘Osama’’ dediğini farkettim.
Adamın adının doğrusu ‘‘a’’sının uzun telâffuzuyla ‘‘Usâme’’, hatta bizdeki halk söylenişiyle ‘‘Üsâme’’, tam ismi ‘‘Usâme bin Lâdin’’. Onun ve daha birçok kişinin adını bozmamızın sebebi ise hep aynı: Dış habercilikte sadece batı ajanslarını kullanmamız, isimleri CNN'in telâffuz ettiği yahut AP'yle Reuter'in yazdığı şekilde almamız.
İşte adlarını Usâme bin Lâdin'deki gibi eğip büküp başka şekillere soktuğumuz, Şark telâffuzunu beceremeyen Amerikalı'nın söylediği hale getirdiğimiz öteki meşhurlardan birkaçı:
Suudi Kralı ‘‘Fehed’’i ‘‘Fahd’’ yaptık. Fehed ‘‘panter’’, Fahd ‘‘baldır’’ demekti ve ‘‘Panter Kral’’ı ‘‘Baldır Kral’’a çevirdik. Suriye'nin Hafız'ının soyadı ‘‘Esed’’di, yani ‘‘aslan’’dı, biz ‘‘Esad’’a döndürüp ‘‘mutlu’’ haline getirdik. Lübnan'ın ‘‘Cümeyyel’’ ailesi ‘‘Cemayel’’, Çad'ın Hüseyin Habre'si ,‘‘Hissene Habre’’, Çeçenistan'ın ‘‘Cevher Dudayî’’si ‘‘Cehar Dudayev’’ oldu. ‘‘Öğrenenler’’, ‘‘öğrenciler’’ mânâsına gelen ve her iki ‘‘a’’sını da uzun okumamız gereken Afganistan'ın ‘‘Tâlibân’’ı ‘‘Taliban’’a döndü; zira batı basını bu isimleri böyle söylüyordu ve onların dediği biçimde alıp kullanmakta beis yoktu!
Sadece telâffuzları değil, yazış biçimlerini de Herald Tribune'e, AP'ye, Newsweek'e uydurduk: ‘‘Rıza’’ İranlıysa ‘‘Reza’’, Arapsa ‘‘Ridha’’ oldu, Pakistan'ın bizim Ali, Veli Mehmed cinsinden en yaygın adı ‘‘Han’’ ‘‘Khan’’a, Cezayir'in ‘‘Şazeli ben Cedid’’i ‘‘Çadli Bencedid’’e, Suudiler'in herşeyiyle dillere destan Petrol Bakanı Zeki Yemenî ‘‘Zeki Yamani’’ye, Irak Dışişleri Bakanı Muhammed Said El Sahhaf ‘‘Mohammad Saeed Al Sahaaf’’a çevrildi.
Bir zamanlar İstanbul'dan giden valilerin idare ettiği şehirler de nasiplerini aldılar bu işten. Bazı ‘‘aydınlarımız’’ bin küsur senelik Şam'a ‘‘Damascus’’ demeye başladılar. ‘‘Şam’’ı Arap, ‘‘Damascus’’u batı zannediyorlardı ama bizim mâlum ‘‘Şâm-ı Şerîf’’e Arap'ın ‘‘Damaşk’’ dediğinden, ‘‘Şam’’ sözünün bize mahsus olduğundan haberdar değildiler. Aynı işi başka yerlere de yaptılar, Jöntürkler'in sürgün mekânı Trablusgarb'ı ‘‘Tripoli’’ye, Kırım hanlarının Akmescit'ini ‘‘Simfenepol’’e terfi ettiriverdiler.
Batı basınıyla bütünleşme çabamızın bence tek bir eksiği kaldı: TV'lerde ‘‘Golden Horn Tersanesi'nde grev başladı’’ yahut ‘‘Blue Mosque'da cuma namazından çıkanlar polisle çatıştı’’ gibisinden haberleri işittiğimiz an iş tamamlanmış, başarmışız demektir!..
Sarayın mönüsüne bak, yeme de yanında yat!
Geçenlerde, Dolmabahçe Sarayı'nın veliahd dairesinde 1914 Nisan'ında çıkartılan ‘‘hafif’’ bir kahvaltının mönüsünü yayınlamıştım. Veliahd Yusuf İzzeddin Efendi'nin sofrasında paçadan kremalı pastaya kadar tam dokuz çeşit yemek vardı.
Böyle mütevazi kahvaltıların meraklısı meğer ne kadar çokmuş!.. Eski zamanlarda neler yendiğini merak ettiklerinden mi yoksa menüyü görüp açlıklarını unuttuklarından mı bilmem ama, çok sayıda okuyucum benzer yemek listelerini arada bir de olsa yayınlamamı istediler.
İşte, bir başka mönü: Kahire'de, 2 Ocak 1876'da, Mısır Hidivi'nin hanımının sarayında, Prenses İkbal Hanımefendi'nin sofrasına getirilen tam 19 çeşit yemek...
Açılış taze istiridyeyle oluyor derken sulu köfte, kestane çorbası, ufak doğranmış sıcak börek, tavuk köftesi, ançuez soslu balık ve patatesli biftek konuyor sofraya...
Bu başlangıçlardan sonra sıra asıl yemeklere geliyor: Madera şaraplı alageyik pirzolası, sarmusaklı ve sirkeli karaca kolu, zeytinli ördek, domalan mantarlı tavuk peltesi, badem ve safranla renklendirilmiş Acem pirinci pilâvı, Fransız usulü bezelye, soslu kuşkonmaz, tereli Beç tavuğu kızartması ve yenilenleri ‘‘bastırması’’ için çiğer ezmesi peltesi. Hemen arkasından da vanilya suflesi, vanilyalı ağaç çileği jölesi ve en nihayet 'soğukluk' yani meyve cinsinden birşeyler...
Bence böyle bir yemeğin üzerine artık kahve falan içilmez. Lâzım olan tek şey -Hıdiv Abbas Hilmi Paşa'nın hanımıyla aynı ismi taşıyan torunu aziz Prenses İkbal Abdülmun’im herhalde hoşgörür ama- sofradan kalkamayacak hale gelenleri hastahaneye veya bir başka yere taşımak için irice bir vinçtir.
Paylaş