Paylaş
Müzik tarihimizin en meşhur isimlerinden olan Kanuni Hacı Arif Bey'i hemen hepimiz duymuşuzdur ama soyundan gelenleri ve şimdilerde ne yaptıklarını pek bilmeyiz. İşte, Türk Müziği'nin bu çok tanınmış bestecisiyle ilgili hoş bir aile öyküsü: Hacı Arif Bey'in bugünlerin en popüler isimlerinden birinin, Hüsamettin Özkan'ın ‘‘büyük büyük kayınpederi’’ olduğundan haberdar mıydınız?
Geçen hafta çiçeği burnunda ekonomi bakanımız Kemal Derviş'in aile tarihinden bahsedip 18. asrın reformcu sadrazamı Halil Hamid Paşa'nın soyundan geldiğini ve paşa dedesinin reformları uğruna kellesinden olduğunu yazmam büyük aláka çekti. Aile bağlantılarının ve soy-sop öykülerinin böylesine merakla okunduğunu görünce, bu hafta da bir başka devlet büyüğümüzün aile hikáyesini, daha doğrusu kimlere damad gittiğini anlatayım dedim...
MIZRABI YEMEN’DE SUSTU
Sıradaki devlet büyüğümüz, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan...
Kendileri, Türk Müziği'nde adı sıkça geçen sanatkár bir ailenin damadıdırlar: Bestekár Kanuni Hacı Arif Bey ailesinin... Hüsamettin Bey'in eşi Çiğdem Hanım, Arif Bey'in kendisi kadar meşhur bir bestekár olan oğlu Zeki Arif Ataergin'in torunudur, dolayısıyla Hacı Arif Bey, Hüsamettin Bey'in ‘‘büyük büyük kayınpederi’’ olur.
Şimdi büyük kayınpederlerin müzikteki yerlerinden sözedeyim ama önce bir karışıklığı önlemek için kısa bir hatırlatma yapayım: Hepimiz ‘‘Hacı Arif Bey’’ adını sıkça işitmişizdir ama Türk Müziği'nde bu isimde bir değil, iki ayrı kişinin varolduğunu sadece müzikle yakından alákadar olanlarımız bilir. İşte, Hüsamettin Özkan'ın büyük büyük kayınpederi olan Arif Bey, müziğimizin bu iki meşhur Hacı Arif Bey'inin kanun çalanıdır.
Kanuni Hacı Arif Bey, 1861'de İstanbul'da doğdu. Askeri mektepte okuduktan sonra o zamanın Ulaştırma Bakanlığı olan Posta ve Telgraf Nezareti'ne girdi, on sene kadar İstanbul'da çalıştı, buradan Yemen'e tayin edildi, bir ara İstanbul'a döndü, yine Yemen'e yollandı, orada 50 yaşındayken koleraya yakalandı ve hayata 1911'de Manaa'da veda etti.
Zamanının en seçkin kanun virtüozu ve meşhur bir bestecisiydi. En tanınmış bestesi olan Sultaniyegáh makamındaki ‘‘peşrev’’ ve ‘‘saz semaisi’’ yani enstrümantal eserleri ve bazı şarkıları Türk Müziği repertuvarının bugün de en çok çalınan parçaları arasında bulunmakta.
Hacı Arif Bey'i musikide takip eden oğullarından biri, Zeki Arif Bey, tam ismiyle Zeki Arif Ataergin de zamanının tanınmış bestecilerinden oldu. 1896'da İstanbul'da doğdu, Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra hakimlik, savcılık ve noterlik yaptı ve 1964'te gene İstanbul'da öldü. Müziği babasından öğrenmiş, zor şarkılar bestelemekle tanınmış ve bunlar arasında Şehnaz'dan yaptığı ‘‘Beni áteşlere salan o kapkara siyah gözler’’ ile Bayatiarában'dan bestelediği ‘‘Kalacak sanma bu çağın, bu güzellik solacak’’ güfteli eserleri bir zamanların en popüler parçalarından olmuştu. Sadece şarkı bestelemekle kalmadı, dini müzikle de uğraştı. Zaten Üsküdar'daki Nasuhi Dergáhı'na bağlıydı ve dergáhta ‘‘zákirbaşı’’ yani ‘‘baş iláhici’’ idi.
HÜSAM BEY’İN TÜRKÜSÜ
İşte, Hüsamettin Özkan, Kanuni Hacı Arif Bey'in oğlu Zeki Arif Ataergin'in çocuğu Betül Hanım'ın kızı Çiğdem Hanım'la evli bulunuyor; dolayısıyla bestekár Arif Bey de Hüsamettin Bey'in büyük büyük kayınpederi oluyor.
Ben, Hüsamettin Bey'in müziğe merakını, hatta Sami Hazinses'in ‘‘Derdimi kimlere döksem’’ diye başlayan parçasını bazı dost meclislerinde bağlamasıyla mükemmelen çalıp okuduğunu biliyorum.
Hüsamettin Bey'in okuduğu şarkının güftesi bana pek bir manidar geldi. Ankara'nın bu güçlü adamı ‘‘Derdimi kimlere döksem / Başım alıp nere gitsem / Bu aşk beni öldürecek / Yardan mı candan mı geçsem / Ah ah ölüyorum / Vallahi çok seviyorum / Dinleyin beni dağlar / Ses verin bu yaralıya / Gelen ağlar duyan ağlar / Böyle bahtı karalıya / Ah ah ölüyorum / Vallahi çok seviyorum’’ diyen bir şarkıyı kimi ve neyi düşünerek okuyor dersiniz?
Huysuz ve Tatlı Kadın, kızını Ali Balkaner’e vermişti
BU sayfa bugün biraz fasıl heyetini andıracak ama, söz müzikten açılmışken Türk Müziği'nin bir başka ‘‘damad’’ından bahsetmeden edemeyeceğim: Muzaffer İlkar'ın, yani hemen hepimizin ezbere bildiği ‘‘Huysuz ve tatlı kadın’’ şarkısının bestecisinin damadından, fona devredilen Yurtbank'ın eski sahibi Ali Balkaner'den...
HER ŞARKISI MODAYDI
Ankara Radyosu'nun Türk Müziği müdürlüğünden 1970'lerin başında emekli olan Muzaffer İlkar, eserleri bir bir zamanlar radyolarda ve plaklarda en fazla çalınan bestecilerin başında gelirdi. 1910'da İstanbul'da doğdu, devrin en seçkin müzik merkezlerinden olan Şark Musiki Cemiyeti'nde yetişti, ‘‘Şarkılar seni söyler, dillerde nağme adın’’, ‘‘Madem ki gidiyorsun bırakıp burda beni’’, ‘‘Beni cánımdan ayırdı, gönlümü yıktı temelden’’, ‘‘Gönül penceresinden ansızın bakıp geçtin’’, ‘‘Tadı yok sensiz geçen ne bahárın ne yazın’’, ‘‘Gözlerimdem yüzün, kulaklarımdan sesin silinmedi senelerdir’’ gibi zamanında çok meşhur olan parçalar besteledi. 1938'de Zeynep Dizen'le evlendi, iki kızı oldu ve küçük kızı Pelin'i, Ali Balkaner adında genç bir işadamıyla evlendirdi ve hayata 1987'de veda etti. Damadı Ali Balkaner ileriki senelerde işlerini giderek büyütecek ve Yurtbank'ın sahibi olacaktı.
Sonrası ise, malum... Ben o konulara hiç girmeden üstad Muzaffer İlkar'la ‘‘Huysuz ve tatlı kadın’’ın damadından bahsetmekle yetineyim dedim.
Lánetli yalının gerçek öyküsü
Milliyet'te önceki gün sürmanşetten verilen ‘‘Lánetli Yalı’’ başlıklı haberde Erol Aksoy'un Yeniköy'deki yalısından söz ediliyor, yalının bütün sahiplerine uğursuzluk getirdiği anlatılıyordu. Ama yazıda büyük hatalar vardı, zira Erol Aksoy'un yalısının Milliyet’te yazılanın aksine Seláhattin Adil Paşa ile hiçbir alákası yoktu.
Milliyet'te önceki gün sürmanşetten ‘‘Lánetli Yalı’’ başlığıyla verilmiş bir haber vardı. Erol Aksoy'un Yeniköy'deki yalısından söz ediliyor ve yalının ilk sahibi Seláhattin Adil Paşa'dan itibaren bütün sahiplerine uğursuzluk getirdiği anlatılıyordu. Ama yazıda büyük hatalar vardı. Sürmanşetteki haberde bu kadar yanlışı bir arada görünce, bu yalı öyküsünün doğru-sunu yazmadan edemedim:
Erol Aksoy'un yalısı geçmişte hiçbir zaman Seláhattin Adil Paşa'nın olmamıştır. Paşa'ya ait yalı Aksoy'un yalısı değil, bunun hemen yanıbaşındaki yalıydı. ‘‘Uğursuz’’ olduğu söylenen yalının yerinde eskiden ahşap bir yalı vardı, 1940'ların başında, İkinci Abdülhamid'in mabeyincisi Arap İzzet Paşa'nın kızı Seniye Hanımefendi burayı tam satın almak üzereyken zamanın meşhur zenginlerinden olan barajlar kralı Tahsin Uzel 500 lira fazla vererek binanın sahibi oldu, sonra hemen yan tarafta Reşid Paşa'nın torunlarına ait olan bir parseli de alarak araziye iláve etti ve eski binayı yıktırıp yerine bugünkü yalıyı inşa ettirdi. Yalıyı son dönem Türk mimarisinin çok meşhur bir ismi olan Sedat Hakkı Eldem yapmıştı ve bina o tarihten sonra ‘‘Tahsin Bey'in yalısı’’ diye tanındı.
Uğursuzluk, inşaatın tamamlanmasından hemen sonra geldi: Tahsin Bey'le eşi Baykan Hanım'ın Murat adında bir oğulları vardı ve Avrupa'da okuyordu. Aile, çocuklarının mezuniyet telgrafını bekledikleri gün onun ölüm haberini aldılar: Murat otomobiliyle uçuruma düşüp can vermişti.
Bunun hemen arkasından bir başka feláket yaşandı: Yalı, tapuya Tahsin Bey'in sahip olduğu bir şirketin mülkü olarak kaydedilmişti, şirket birdenbire batınca yalı Tahsin Bey'in elinden çıktı ve Ilıcak ailesine ancak bütün bu feláketlerden sonra geçti.
Ve, sonuç: Bir olayın geçmişini araştırmak, eskiyle bağlantısını kurup bugüne uyarlamak tabii ki hoş bir iştir, ama bilenler tarafından ve doğru dürüst yapılması şartıyla...
Paylaş