Paylaş
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Necmettin Erbakan’ın yaptığı iki başvuruyu da reddedince hapse düşmemek için Batı'dan medet umar hale gelen Hoca tam bir hayal kırıklığına uğradı. Halbuki hapis veya sürgün korkusu içine giren sabık sadrazamlar eskiden Avrupa'da dava falan açmaz, işin daha kolayını yapar, Batı ülkelerinin Türkiye'deki temsilciliklerine kapağı atıverir, skandal üstüne skandal yaratırlardı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Necmettin Erbakan'ın hapse girmemek için yaptığı iki başvuruyu da reddetti ve sadece bizim Hoca değil, Fazilet Partisi de hayli büyük bir hayal kırıklığına uğradı.
Erbakan'ın neredeyse yarım asırdır diline doladığı, hemen her vesileyle veryansın edip söylemediğini bırakmadığı ama mahkumiyetinden sonra ‘‘denize düşen’’ misali sarıldığı Batı Klübü'nden medet umması, bana 19. asrın iki sadrazamını hatırlattı: Midhat ve Said Paşalar'ı... Her iki sadrazam da azillerinden sonra içeriye alınmaları yahut sürgüne yollanmaları ihtimaline karşı çareyi yabancı elçilik ve konsolosluklara sığınmakta bulmuş, o zamanın Türkiye'sini ele-güne karşı rezil etmişlerdi. İşte, Necmeddin Erbakan'ın bir asır önceki meslekdaşlarının başları derde girince ‘‘Kurtar bizi Avrupa’’ demelerinin kısa öyküsü:
SÜRGÜNDEN ZİNDANA
Sadrazam Midhat Paşa, 1876'nın 30 Mayıs'ında Sultan Abdüláziz'i tahttan indirip yerine Beşinci Murad'ı çıkartan cuntanın liderlerindendi. Aynı cunta 93 gün sonra bu defa Sultan Murad'ı da tahtından etti ve İkinci Abdülhamid'i hükümdar yaptı. Abdülhamid, Midhat Paşa'yı iki defa sadrazamlığa yani başbakanlığa getirdi, sonra görevden alıp Avrupa'ya sürgüne gönderdi. Bir buçuk sene sonra affetti, Türkiye'ye gelmesine izin verdi ve önce Suriye, arkasından da İzmir valisi yaptı.
Sultan Abdüláziz tahttan indirilmesinden hemen sonra kapatıldığı Çırağan Sarayı'nın bir odasında bilekleri kesilmiş bir halde bulunmuştu. Sabık hükümdarın intihar mı ettiği yoksa bir cinayete mi kurban gittiği senelerce tartışıldı.
Abdülhamid hadiseden beş sene sonra, 1881 Mayıs'ında, tarihlere ‘‘Yıldız Mahkemesi’’ diye geçen özel bir mahkeme kurdurdu ve olaya karışmış olan çok kişi hemen tevkif edildi.
Listede İzmir'de o sırada valilik etmekte olan eski sadrazam Midhat Paşa da vardı. Tutuklanacağını öğrenen Paşa 16 Mayıs gecesi vali konağının arka kapısından kaçtı. Kiraladığı bir faytonla İzmir'in Hristiyan mahallesine gitti ve oradaki Fransız konsolosluğuna iltica ediverdi, ailesi de gene İzmir'deki İngiliz konsolosluğuna sığındı.
SIĞINDI VE KOVULDU
Eski sadrazamın yabancı bir konsolosluğa ilticası, devlet açısından tam bir skandaldı. İzmir, İstanbul ve Paris arasında hemen telgraflar gidip gelmeye başladı. Paris, İstanbul hükümetinin Midhat Paşa'nın derhal teslim edilmesi talebini kabul etti ve İstanbul'daki Fransız büyükelçisi Tissot, konsolos Pelisier'ye ‘‘Paşa'nın konsolosluk binasında artık bir saat bile kalmaması’’ yolunda talimat gönderdi. Midhat Paşa binayı konsolosun şiddetli ihtarlarından sonra terketti, kapıdan çıkar çıkmaz tutuklandı, bir vapura konup İstanbul'a gönderildi ve Yıldız Mahkemesi'ne çıkartıldı.
Mahkemenin idama mahkum ettiği kişiler arasında Paşa da vardı. Abdülhamid İngiltere'nin baskısından olacak, idamları müebbed hapse çevirdi. Mahkumlar şimdi Suudi Arabistan'ın bulunan Taif'e gönderilip bir kaleye kapatıldılar. Midhat Paşa burada 1884'ün 6 Mayıs gecesi boğularak öldürüldü ama ölüm emrini kimin verdiği bugüne kadar hep bir esrar perdesinin gerisinde kaldı.
Midhat Paşa'nın açtığı yoldan giden ikinci sadrazam, Abdülhamid’in Said Paşa'sıydı. Dokuz defa sadrazamlık yapmıştı ve bir ara İstanbul'daki İngiliz büyükelçiliğine sığındı.
Paşa, beşinci defa görevden alınmasından iki ay sonra bir gece saraya davet edildi ve Abdülhamid'in bitmek tükenmek bilmeyen vehminden dolayı uzun uzadıya sorguya çekildi. Bir darbe teşebbüsüyle bağlantısı olduğu zannediliyordu, sorgu günlerce devam etti ve Paşa 1895'in 3 Aralık günü evine gitmesine izin verilince saraydan çıktı, yanına oğlunu da aldı ve evi yerine İngiltere elçiliğine gidip sığındı.
İNGİLİZLER NAZİK ÇIKTI
Midhat Paşa hadisesinden sonra yeniden bir rezalet yaşanıyordu. İstanbul'la Londra arasında telgraflar gidip gelmeye başladı. İngilizler kendilerine iltica eden eski sadrazama Fransızlardan daha nazik davrandılar ve ‘‘Sefarette Kraliçe'nin misafiri olarak istediği kadar kalabileceğini’’ söylediler.
Said Paşa, İngiliz elçiliğinde tam altı gün kaldı. Saray rezaletin daha da büyümemesi için teminat üstüne teminat veriyordu ve Paşa hayatının emniyette olduğuna inandıktan sonra elçilikten çıkıp Nişantaşı'ndaki konağına gitti. Hakkında hiçbir işlem yapılmadı, hatta birkaç ay sonra yeniden başbakan bile oldu.
Bizim sabık ve de sákıt başbakanlarımızın Avrupa'ya iltica maceraları işte böyle. Dolayısıyla Necmettin Erbakan'ın Avrupa'dan medet umması da pek yeni bir iş değil, zira biz geçmişte bu gibi hareketlerin çok daha beterlerini görmüştük.
Bu kitabı okumadan Kudüs hakkında ahkám kesmeyin
Dışişlerimiz İsrailliler ile Filistinliler’e Kudüs'ün geleceği için ‘‘Osmanlı sistemini’’ ve Osmanlı fermanlardaki uygulamaları önerince her tarafta bir ahkám kesmedir başladı. Ortadoğu, özellikle de Filistin ve Kudüs hakkında pek birşey bilmeden ‘‘Biz Kudüs'ü asırlarca gül gibi idare etmiştik’’ diyenler için o yerlerin elimizden nasıl gittiğini anlatan en güzel eser olan Falih Rıfkı'nın Zeytindağı'ndan birkaç satır olsun nakledeyim dedim.
Hani hepimizin arada bir ‘‘Aaah, elimde yetki olsaydı ben bu işi ne güzel hallederdim’’ diye iç geçirdiğimiz olur ya...
Hafta içinde Kudüs'le ilgili gelişmeleri öğrenip, gazetelerde bizim dışişlerinin Filistinli ve İsrailli taraflara Kudüs için Osmanlı idar; uygulamalarını tavsiye ettiğini okuyunca ben de böyle bir iç geçirdim ve ‘‘Aaah, elimde yetki olsaydı bütün Dışişleri'ne Falih Rıfkı'nın Zeytindağı'nı hatmettirir, sonra hepsini okuduklarından sıkı bir imtihandan geçirir, dış göreve ondan sonra gönderirdim’’ diye düşündüm.
‘‘Zeytindağı’’nın neden bahsettiğini bilmeyenler için söyleyeyim: Birinci Dünya Savaşı sonrasında Arabistan'ın ve Filistin'in elimizden çıkışının öyküsüdür. Savaş senelerini Cemal Paşa'yla beraber oralarda geçiren Falih Rıfkı ‘‘Zeytindağı’’ ile hem Türkçe, hem de bir fikir şaheseri yaratmıştır.
Ortadoğu, özellikle de Filistin ve Kudüs hakkında hiçbirşey bilmeden ‘‘Biz Kudüs'ü asırlarca gül gibi idare etmiştik’’ diye ahkám kesenler için Zeytindağı'ndan birkaç satır olsun nakledeyim dedim.
Falih Rıfkı, Kudüs hakkında bakın neler yazmış:
...Çıplak İsa, Nasıra'da marangoz çırağı idi. Zeytindağı'nın üstünden geçtiği zaman altında kendi malı bir eşeği vardı. Biz, Kudüs'te kirada oturuyoruz. Halep'ten bu tarafa geçmeyen şey yalnız Türk káğıdı değil; ne Türkçe, ne de Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda seyyahlar gibi dolaşıyoruz.
...Kudüs kelimesi hıristiyanlığı hatıra getirir. Fakat ne Kudüs'te ne de Filistin'de hıristiyanlık diye bir mesele yoktur. Kudüs'ün hıristiyanlığı Ortodoks Petersburg, Protestan Berlin, Katolik Roma ve Anglikan Lonrda'nın politika meselesidir.
...Ticaret, kültür, çiftçilik, sanayi, binalar, herşey Araplar'ın veya diğer devletlerindir. Yalnız jandarma bizimdi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı.
...Koskoca çölü bina ve bahçelerle donattık. Ama geç kalmıştık. Artık ne Suriye, ne Filistin bizimdi. Rumeli'yi maddeten ne kadar kaybettiysek, buraları manen o kadar kaybetmiştik. Bir realite hissi ile değil, bir tarih hissi ile kendimizi zorluyorduk.
...İmparatorlukların sanatı müstemleke ve milliyetleri işlemektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya'dan Erzurum'a doğru koca gövdesini yana yatırmış, memelerini müstemleke ve milliyetlerin ağızlarına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.
...Bizden Belgrad'ı aldıkları zaman, düşman murahhasları (delegeleri) Niş kasabasını da istemişlerdi. Osmanlı murahhası ayağa kalkarak ‘‘Ne hacet, İstanbul'u da size verelim’’ dedi. Babalarımız için Niş, İstanbul'a o kadar yakındı. Biz eğer Vardar'ı, Trablus'u, Girid'i ve Medine'yi bırakırsak Türk milleti yaşayamaz zannediyorduk. Çocuklarımızın Avrupa'sı ise Marmara ve Meriç'te bitiyor.
Paylaş