Paylaş
Dertle, ıztırabla, elemle ve sıkıntıyla dolu bir yıl yaşayıp yeni bir seneye ve onunla beraber de üçüncü milenyuma girdik.
Geçen yılın yani 1999'un ilk yazısını son beş asrın 99'lu yıllarını nasıl geçirdiğimiz konusuna ayırmıştım. Bu yılın ilk yazısında da aynı şeyi yapayım, son beş asrın ilk yıllarının ortalamasını göreyim dedim. O zamanlarda kaleme alınmış tarih kitaplarını açtım, o seneler hakkında yazılı olanları okudum ve okuduklarımı size de nakledeyim dedim.
İşte, son beş asrın ilk yıllarının Türkiye'ye getirdiklerinin kısa bir panaroması...
500 YIL ÖNCE, 1500'DE:
Tahtta İkinci Bayezid vardı ve genç imparatorluk en parlak günlerini yaşama hazırlığındaydı. Devlet, Venedik donanmasının Ege'ye bitmeyen akınlarına son vemeye çalışıyor, öbür yandan da Adriyatik kıyılarında yeni fetihler yapılıyordu. 1500, bizim için büyüme hazırlıklarının bütün şiddetiyle devam ettiği refah dolu bir sene oldu ve Türkiye son 500 asırda böylesine mutlu çift sıfırlı yılı bir daha hiç yaşamadı.
400 YIL ÖNCE, 1600'DE:
Tahtta Üçüncü Mehmed vardı ve devlet Anadolu'da ardarda patlayan Celáli isyanlarıyla meşguldü. Bastırılan bir isyanın hemen arkasından bir başkası çıkıyor, başarısız kalan paşalar ardarda azlediliyordu. Kayseri'yi ele geçiren Celáli reisi Karayazıcı Halim Şah orada sultanlığını bile etmişti. O sene devletin başına isyanlardan sonra bir de savaş derdi çıktı ve Avusturya'ya savaş ilán edildi. Türk Edebiyatı'nın en önemli şairlerinden biri olan Baki de o yılın 7 Nisan'ında öldü. 1600, bizim için isyan, ayaklanma ve savaşlarla dolu bir yıl oldu.
300 YIL ÖNCE, 1700'DE: Tahtta İkinci Mustafa vardı, 1699 savaşlarla, feláketlerle geçmişti ve devlet bir sene önce imzalanmış olan Karlofça Andlaşması'nın şaşkınlığını yaşıyordu. 1700'ün 14 Temmuz'unda Ruslarla imzalanan bir başka anlaşmayla da Karadeniz'deki Azak Kalesi elimizden çıktı. Kaleyi terketmemiz Rusya'nın tarihinde ilk defa Karadeniz'e inmesi, bir avrupa devleti halini alması ve Avrupa politikasında söz sahibi olması demekti. 1700, bizim için devletin arazi bakımından küçülmesiyle, mali sıkıntılarla ve üzüntülerle dolu bir yıl oldu.
200 YIL ÖNCE, 1800'DE: Tahtta Üçüncü Selim vardı ve Fransa meselesiyle uğraşıyorduk. 1798 Temmuz'unda Mısır'ı işgal etmeye kalkan Napoleon Bonapart 1944 Ağustos'unda gerçi Fransa'ya dönmüştü ama Mısır'da hálá binlerce Fransız askeri vardı ve İstanbul bir yandan Mısır meselesini halletmeye, bir yandan da Arnavutluk'ta senelerdir devam eden askeri operasyonlardan bir netice almaya çalışıyordu. Arnavutluk meselesi 1800'ün 21 Mart'ında çözüldü ve Arnavutuk sahilindeki dört şehir Osmanlı Devleti'ne bağlandı. Mısır meselesinin halledilmesi için ise, daha bir yıl geçmesi gerekecekti. 1800, bizim için uzun süren sıkıntılardan sonra gelen kısa bir rahatlama yılı oldu.
100 YIL ÖNCE, 1900'DE: Tahtta İkinci Abdülhamid vardı ve Osmanlı Devleti yeni yüzyıla hemen her köşesi çatırdayarak girdi. 1897'de çıkan Yunan savaşı gerçi Osmanlı ordularının zaferiyle neticelenmişti ama zaferden hemen sonra koskoca Girid'i masa başında kaybetmiştik. Ermeni meselesi bütün şiddetiyle devam ediyordu. O yıl Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa'yı kaybettik. 1900, bizim için büyük sıkıntılarla dolu bir dönemin başlangıcı oldu.
Yeni bir yüzyılın ilk yılına girişimiz, aklıma geçen yüzyıllarda ilk seneyi nasıl geçirdiğimiz sorusunu taktı. O zamanları anlatan tarih kitaplarını açtım, son beş asrın ilk seneleri hakkında yazılanları okudum ve ortaya renkli bir tablo çıktı. İşte,Türkiye'nin o yılları nasıl geçirdiğinin kısa öyküsü...
Noel Baba kim, Santa Klaus kim, bizim Nikola baba kim?
Basınımız Noel ve yılbaşı haberlerinde herşeyi gene birbirine soktu. Hazreti İsa yılbaşında dünyaya getirilirken Demreli Aziz Nikola ‘‘Noel Baba’’ yapıldı ve daha da garibi, asıl Noel Baba olan Baltık ülkelerinin mitolojik kahramanı Santa Klaus ‘‘hemşehri’’ ilán edildi. İşte, karmakarışık ettiğimiz bütün bu kavramların, isimlerin ve olayların doğru şekli...
Daha önce de birkaç defa yazdım, ‘‘Noel başka, yılbaşı başkadır. Yılbaşının Hazreti İsa ile bir alákası yoktur ve din; bir kimlik taşımaz’’ dedimse de dinletemedim.
Sadece ben değil, işi bilen başkaları da Noel ile yılbaşının apayrı kavramlar olduğunu söyleyip yazdılar ama birilerine bunları anlatabilmek ne mümkün? Kimi gazeteler Hazreti İsa'yı gene yılbaşında dünyaya getirdi, kimisi yeni yıl kutlamalarını ‘‘gávur partisi’’ yaptı, kimisi de Noel muhabbetine gömülüp Demre'de doğan Hristiyan azizi Nikola'yı ‘‘Noel Baba’’ yapıp hemşehrimiz ilán etti. Dolayısıyla bu yılın sonunda hatırlayıp istifade edenler olabilir diye bu seneki ilk yazımda da Noel'le yılbaşının ve Noel Baba'yla Aziz Nikola'nın farkını anlatayım dedim:
Hazreti İsa'nın doğum tarihi tartışmalıdır ve Hristiyan dünyasındaki genel kanaat Eylül'de doğduğu şeklindedir. Katolik áleminin İsa'nın doğumunu 24 Aralık gecesi kutlayıp o geceyle ertesi günü Noel kabul etmesi Hristiyanlıktan çok önceki bir geleneğe, eski Roma ve Mitra dinlerinde 24 Aralık'ın kutlanıp takdis edilmesi ádetine dayanır.
Bizim ‘‘Noel Baba’’, Batı'nın ‘‘Santa Klaus’’ yani ‘‘Aziz Klaus’’ dediği kişi, Baltık ülkelerinin mitolojisinde geçen bir kahramandır. Mitolojik ve popüler bir isimdir ama kilise azizi değildir, yani kilise tarafından kabul edilmez ve Hristiyanlıkla hiçbir ilgisi yoktur. Hatta 1950'li senelerin Almanya'sında üç papaz sokakta dolaşan Noel Baba elbiseleri giymiş bir adamı tabancayla ateş edip yaralamışlardır.
Noel Baba unvanını verip hemşehri ilán ettiğimiz Demreli Aziz Nikola'nın ise hakiki Noel Baba'yla yani Santa Klaus'la bir alákası yoktur. İkisi ayrı kişilerdir. Demreli Nikola'nın Santa Klaus'la tek benzerliği, her ikisinin de hediye dağıttına inanılmasıdır. Baltık efsanesinde Aziz Klaus'un çocukları sevindirdiği söylenir, kilise azizi Demreli Santa Nikola'nın ise dul kadınlarla evlenecek olan genç kızlara para dağıttığına inanılır ve tek ortak noktaları da bu yardımlardır.
‘‘Noel ağacı’’ dikilmesi işi ise bir Hristiyan ádeti değil, Avrupa'da Hristiyanlık öncesi zamanlardan kalan ve dünyaya Almanya'nın Schwarzwald (Karaorman) bölgesinden yayılmış olan bir gelenektir. Dinle, ibadetle ve Hazreti İsa ile alákası yoktur.
Milenyumu bilmeden konuştuk
Son zamanlarda sıkça kullanır olduğumuz ‘‘milenyum’’ sözünün nereden geldiğini bilmem hiç merak ettiniz mi? İşte, aslı 'millennium' olan ve dini kimlik taşıyan ‘‘milenyum’’un sonradan ‘‘bin yıl’’a dönüşünün macerası.
Aylardır dilimize pelesenk ettiğimiz ‘‘milenyum’’ kelimesinin nereden çıktığını bilmem hiç merak ettiniz mi?
Merak etmiş ama öğrenememiş olanlar için yazayım: ‘‘Yeni Ahit’’te yani İncil'de geçen ama sonraları zaman birimi haline gelmiş bir kavramdır.
Milenyum veya doğru imlásıyla ‘‘millennium’’ kutsal kitabın ‘‘Yuhanna'nın Vahyi’’ başlıklı son faslında ikinci ayetten itibaren yeralır. İncil'de söylenen, Hazreti İsa'nın zaman kavramının sona erdiği anda yeryüzüne ineceği, adalete dayanan bir dünya krallığı kuracağı, bu arada azizlerin dirilip İsa'nın yanında yer alacakları, Allah'a karşı olan herşeyin yokedileceği, Şeytan'ın bile esir olacağı, İsa'nın bin yıl boyunca kötülüklerle mücadele ederek hüküm sürdükten sonra kendisine inananlarla beraber cennete gideceğidir. ‘‘Millennium’’, İsa'nın bin yıl devam edeceğine inanılan bu iktidarıdır, bin yıllık krallığa ‘‘millenarianism’’ denir ve ‘‘millennium’’ aradan asırlar geçtikten sonra günlük konuşma dilinde ‘‘bin yıllık zaman’’ karşılığı kullanılır olmuştur.
Önceki geceyarısı nihayet kavuştuğumuz ‘‘milenyum’’un işte böylesine kutsal bir geçmişi var...
Paylaş