Paylaş
Darbeye, KAPATMAYA gerek yoktu
Fazilet Partisi'yle Genelkurmay'ın arasındaki gerginlik bana bir başka siyasi partinin, Hürriyet ve İtiláf Fırkası'nın 1913'deki akıbetini hatırlattı. Abuk-subuk sözler edip siyaset uğruna kapılarını Balkan milliyetçilerinden İslám; ümmetçilere kadar herkese açan parti darbesiz ve ihtilálsiz bir şekilde susturulmuş, bazı üyeleri suikast iddiasıyla asılmış ve milletvekillerinin çoğu sıkı bir dayaktan sonra gemiye doldurulup Sinop'a sürgün edilmişti. Darbe yapmak yahut parti kapatmak gibi uzun işlere gerek bile kalmadan...
Fazilet Partisi'nde toplantı üstüne toplantı var. Partinin büyükleri Genelkurmay'ın çektiği zılgıtın şiddetini tam olarak ölçebilmek için bir toplantıdan öbürüne girmekle, toplantı aralarından da yoğunluğu gittikçe azalan demeçler vermekle meşguller.
Ankara'daki bu gelişmeler bana bir başka siyasi partinin, Hürriyet ve İtiláf Fırkası'nın 1913'deki akıbetini hatırlatıyor. İşte, işi fazla ileri götüren bir partinin birileri tarafından darbeye falan gerek kalmadan hallediverilmesinin öyküsü...
İktidarda İttihad ve Terakki Partisi vardı, ordu herşeyiyle siyasetin içinde, partinin sivil ve asker kanadı devleti beraberce idare etmedeydi. İttihadçılar başa zaten güç kullanarak gelmiş, 1909'un 13 Nisan'ında patlayan ve tarihlere ‘‘31 Mart isyanı’’ diye geçen irticai ayaklanmayı bastırıp Abdülhamid'i tahtından indirdikten sonra devlete hakim olmuşlardı. Sadarete yani başbakanlık koltuğuna sertliğiyle meşhur bir paşa, 31 Mart ayaklanmasını bastıran Mahmud Şevket Paşa oturmuş, devlet partinin eline geçmişti.
Ama İttihadçılar'ın karşısında sıkı bir muhalefet vardı: 1908 meşrutiyetinden sonra İstanbul'da yaşanan siyasi parti enflasyonunun yarattığı bir düzine kadar parti... Hepsi İttihadçılar'ı alaşağı etme hevesiyle yanıp tutuşmadaydı ve içlerinden biri muhalefetin lideri haline gelmişti: Hürriyet ve İtiláf Fırkası...
HERGÜN BİR BAŞKA KAVGA
‘‘Fırka’’ yani parti, siyaset dünyasına 1911'in 24 Kasım'ında girdi. Mensupları arasında en seçkin yazarlardan azınlık milletvekillerine, saygın din adamlarından gazetecilere kadar bir hayli meşhur isim vardı. O günlerin ‘‘Türkçülük’’ modasına uyan İttihadçılar'a karşı ‘‘Osmanlıcılık’’ ideolojisini savunuyor, ekonominin liberalleşmesini, özel teşebbüse imkán tanınmasını istiyorlardı. İtiláfçılar'a göre Meşrutiyet kavramı İttihadçılar'ın elinde çığrından çıkmıştı ve ihya edilmeliydi. Böyle söylüyor, iktidara geldikleri zaman bu fikirleri uygulayacaklarını anlatıyorlardı ama asıl çaba İttihad ve Terakki'nin acilen ve mutlaka yıkılmasıydı.
Muhalefet etmede üslupları sertti ve iktidarın ak dediğine mutlaka kara demek zorundaydılar. Askerler, özellikle de genç subaylar İtiláfçılar'dan zaten nefret ediyorlardı ve neticede İtiláfçılar İttihadçılar'ın hem sivil hem de asker kanadıyla iyice bir kapıştılar. Zamanın parlamentosu olan Mebusan ve Áyán meclislerinde kavgasız bir gün geçmez, gazetelerde polemiğe bulaşmamış bir makaleye rastlanmaz olmuştu.
Gün geldi, İtiláfçıların bu defa kendi aralarında bir didişmedir başladı. Partinin temelinde gerçi İttihadçılar'a duyulan nefret yatıyordu ama kurucular tamamen farklı görüşlerden geliyordu ve tutucularla yenilikçiler zamanla birbirlerine girdiler. Derken işin içine ‘‘şeriat elden gidiyor’’ diyenler de katıldı, azınlık milletvekillerinin talepleri sınır tanımaz oldu, neticede gerginlik arttıkça arttı, sinirler gerildikçe gerildi ve 11 Haziran 1913 günü öğle saatlerinde Divanyolu'nda birkaç el siláh patladı: İktidarın güçlü ismi
Sadrazam ve Harbiye Nazırı yani Başbakan ve Savunma Bakanı Mahmud Şevket Paşa cadde ortasında yaverleriyle beraber katledilmişti.
Hükümet, katilleri hemen o gün buldu: Hürriyet ve İtiláf Fırkası. Sıkıyönetim mahkemesi birçok partilinin idamına hükmetti. Parası olup kaçabilenler soluğu Avrupa'da alırken kaçamayanlar darağaçlarına yollandılar. Ama muhalefetin tamamını ipe çekmek mümkün olamayacağı için İttihad ve Terakki iktidarını devam ettirebilmek için bir başka yol buldu: Hürriyet ve İtiláfçı olarak bilinen kim varsa bir gecede toplandı, Bayezid'deki Bekirağa Bölüğü'nde güzel bir sopadan geçirildikten sonra vapura doldurulup Sinop'a sürgüne yollandılar.
DAMAD FERİD’E GİDEN YOL
Çok konuşan ama abuk-subuk sözler eden, siyaset uğruna kapılarını Balkan milliyetçilerinden Suriyeli İslám ümmetçilerine kadar herkese açan bir muhalefet partisinin darbesiz ve ihtilálsiz susturulmasının öyküsü işte böyle...
Merak edenler için Hürriyet ve İtilaf'ın sonraki senelerdeki macerasını da birkaç cümleyle özetleyeyim: İttihad ve Terakki, imparatorluğun dünya savaşından perişan bir halde çıktığı 1918'in sonuna kadar muhalefetsiz ve mutlak bir iktidar sürdü. İttihatçı liderler yenilgiden sonra Türkiye'yi terkedince meydan bu defa İtiláfçılar'a kaldı ve mütareke döneminde bir intikam furyası başladı. Bekirağa Bölüğü'nün yolunu bu defa İttihadçı bilinenler tuttu ve Sadrazamlığa da Hürriyet ve İtiláf'a taaa kuruluş günlerinden beri destek veren meşhur Damad Ferid Paşa geldi.
Sonrası ise malum..
Bu kitap sadece 1000 tane mi basılır?
YAZIK!
Kültür Bakanlığı, Prof. Dr. Gül İrepoğlu tarafından yazılan ve Türk minyatürcülüğünün en seçkin ismi olan Levnî'yi konu alan nefis bir kitap yayınladı. Ama sadece 1000 adet basılan kitap piyasaya verilmeyecek, protokole dağıtılacak ve Türk okuyucusu böyle güzel bir eserden mahrum kalacak.
Levnî Abdülcelil Çelebi, Türk minyatürcülüğünün en önemli ismiydi. Modern zamanların İstanbul'u ‘‘Lále Devri’’ olarak bilinen senelerle yani şehrin en şık, en şuh, en zarif ama en savruk olduğu 18. asrın ilk çeyreğiyle Levnî'nin çizgisinde ve fırçasında buluşmuştu.
Bir yerde ne zaman minyatür bahsi geçse, gözümün önüne hep Levnî'nin meşhur rakkasesi gelirdi: Ritm atmaya yarayan tahta maşaları belli belirsiz parmak hareketleriyle kavrayıp belinin altına kadar uzanan saç büklümlerini dekolte fıstık; hırkasının etekleriyle ve kollarının geniş yeniyle beraber temponun áhengine uyarak savuran adı meçhul çengi... Sanki Lále Devri'nin şairi Nedim'den bir mısra okuyor yahut gene o dönemin bestekárı Ebubekir Ağa'nın Mahur'dan bir nağmesini terennüm ediyordu. Geçmiş zamanların zevki, zarafeti, inceliği ve neş'esi Levnî'nin bu minyatüründe apaçık görünmedeydi.
Şuh çizgileriyle minyatürde 1700'lerin başında çığır açmış olan Levnî, hatırasıyla aradan üç asır geçtikten sonra bir başka işe öncülük ediyor: Prof. Dr. Gül İrepoğlu'nun Kültür Bakanlığı tarafından son derece şık bir şekilde bastırılan ‘‘Levnî. Nakış, Şiir, Renk’’ isimli kitabında bir minyatürcü ilk defa bütün yönleriyle ele alınıyor. Prof. İrepoğlu, minyatür konusunda bugüne kadar yapılan çalışmalarda tutulmuş olan ‘‘albüm yayınlama’’ ádetinin dışına çıkıyor, minyatürden önce minyatürcüyü yazıyor. Meselá Levnî'nin şimdiye kadar pek merak edilmeyip üzerinde pek durulmadığı için az bilinen hayatını aydınlığa çıkartmaya çalışıyor, çizgi ustasının aynı zamanda bir söz ustası yani ince bir şair olduğunu anlatıp minyatürleriyle beraber şiirlerini de veriyor, dolayısıyla sanatçının sanatından önce ‘‘kendisini’’ ele alıyor. Duygusal önsözün satırlarında, bir araştırmacının üç asır öncesinin şuh ressamıyla nasıl bütünleştiğini görüyorsunuz.
Prof. İrepoğlu'nun ifadesiyle ‘‘Yalnız görüneni değil görünenin ardındakini de ...kendine özgü incelikle arayan ve sunan sıradışı bir ressam’’ olan Levnî, láyık olduğu mevkie Kültür Bakanlığı'nın ‘‘bastırdığı’’ bu kitapla tam olarak yerleşmiş bulunuyor. Buna rağmen beni düşündüren bir husus var: Kitabın sadece ‘‘basılmış’’ ama ‘‘yayınlanmamış’’ olması... Zira 1000 adedi Türkçe, bin adedi de Reyhan Alp'in tercümesiyle İngilizce olarak basılan Levnî piyasaya verilmeyecek, ‘‘prestij’’ kitabı yapılacak, protokole ve yabancı devlet adamlarına dağıtılacak.
Neticede ne olacağı söyleyeyim: Bakanlığın daha önceleri de bastırttığı böyle bütün kitapların başına gelenler Levnî'nin de başına gelecek. Bütün nüshaları birkaç sahhafın deposuna nakledilecek, orada iki-üç yıl demlendikten sonra arkası bantlanmış yani astronomik bir fiyat etiketi yapıştırılmış olarak çıkacak, lüks kitabın kolleksiyonunu yapan ama asla okumayan zevátın tatminine sunulacak. Anlayacağınız kaybolup gidecek, yapılan masrafa ve daha da önemlisi verilem emeğe yazık olacak.
Levnî bir şiirinde kendisinden ‘‘Yıldızı düşkündür her dem gar;bin’’ diye sözediyor, yani bahtının kapalı olduğunu söylüyor. Şuh ressamın Prof. İrepoğlunun eseri sayesinde aralanan bahtının kapısını ardına kadar açmak yahut kapatmak şimdi Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın elinde... Ve işin unutmamamız gereken tarafı: Böyle kaliteli ve güzel kitaplara protokolden ve yabancılardan önce Türk okuyucusu láyıktır.
Paylaş