Paylaş
Baba'nın ‘‘Satrancın bir savaş olduğunu’’ söylemesine dokuz asır öncesinden tekzip geldi. İran taraflarında bundan 900 yıl önce varolan Ziyaroğulları Devleti'nin hükümdarı Keykávus, devlet adamlarına öğütlerle dolu olan ‘‘Kabusname’’ isimli eserinde ‘‘Satranç savaş değildir. Bu oyunu arbede haline getirme ve sakın haaa karşındakiyle kavgayı tutuşma’’ diye yazıyor. Keykávus daha sonra ‘‘satrancın kumarbazlarla ve kumar niyetine oynanmaması gerektiğini’’ söylüyor.
Baba'nın satrancı siyaset gündemine sokup ‘‘Satranç savaştır. Mat edip çıkmak lázım. Başarının adı mat etme, başarısızlığın ise mat olmadır’’ demesine dokuz asır öncesinden tekzip geldi. İran taraflarında bundan 900 yıl önce varolan Ziyaroğulları Devleti'nin hükümdarı Keykávus, ‘‘iyi bir devlet adamının nasıl olması gerektiğini’’ anlatmak için yazdığı ‘‘Kabusname’’ isimli kitabında ‘‘Satranç savaş değildir. Bu oyunu arbede haline getirme ve sakın haaa karşındakiyle kavgayı tutuşma’’ diye yazıyor.
Dokuz asır öncesonden bugünlere tekzip gönderen Keykávus'un tam adı ‘‘Emir Unsurü'l-Maáli Keykávus bin İskender bin Kabus bin Veşmgir’’di. Başında bulunduğu devletin hákimiyet alanı gerçi bir hayli dardı ve Ziyaroğulları'ndan bugüne hiçbir şey kalmadı ama Keykávus'un şöhreti asırlar boyunca hep vároldu. Siyasetçiler Keykávus'u hep saygıyla andılar ve dokuz asır öncesinin bu hükümdarı siyaset bilimcilerinin daima ‘‘büyük üstad’’ı oldu.
Unutulmazlığını, kaleme aldığı cildler dolusu kitaba ve özellikle de dünyanın önde gelen üniversitelerinin siyaset kürsülerinde adından hálá bahsedilen bir eserine borçluydu: 1082'de kaleme aldığı ‘‘Kabusname’’sine. Kitap, ortağaç İslám dünyasında sık rastlanan ve ‘‘nasihatnáme’’ denilen öğütlerle dolu eserlerden biriydi; Keykávus oğlu Giylánşáh'a düzgün bir bir insan ve iyi bir devlet adamı olmanın şartlarını anlatıyor, bol bol nasihat veriyordu.
Yazdıkları memleket idaresinden dövüş sanatlarına, yıldızlar vasıtasıyla geleceği okumaktan adalet dağıtmaya ve cinselliğin en ayrıntılı bahislerine kadar birbirinden tamamen farklı konularda tavsiyelerle doluydu. Bugün mizahi bir ifade olarak dillerde dolaşan ‘‘Yaz olunca avratlara, kışın da oğlanlara meylet ki, vücutça sağlam olasın. Zira oğlan teni sıcaktır, yazın iki sıcak bir araya gelirse vücudu bozar. Avrat teni ise soğuktur, kışın iki soğuk vücudu kurutur’’ cümleleri de Keykávus'a aitti ve Kabusname'nin cinsellikten sözeden bölümünde geçiyordu.
Keykávus'un o devrin Farsça'sıyla kaleme aldığı ‘‘Kabusname’’ zamanla birçok dile tercüme edildi ve defalarca Türkçe'ye de çevrildi. Bu tercümelerin en tanınmışını 1400'lü senelerin başında Mercimek Ahmed yapmış, Türk Edebiyatı'nın son büyük alimi Orhan Şaik Gökyay da Mercimek Ahmed'in 500 yıllık Türkçe'sini 1940'larda Milli Eğitim Bakanlığı'nın ‘‘Devlet Kitapları’’ serisinden yayınlamıştı.
44 bölümden meydana gelen Kábusname'nin 13. bölümü ‘‘Látife etmeyi, satranç ve tavla oynamayı anlatır’’ başlığını taşıyor ve Keykávus bu bahiste Baba'nın söylediklerinin aksine satrancın ‘‘bir savaş olmadığını’’ anlatıyor. ‘‘Satrancı arbede haline getirme, sakın haaa kavga çıkartma’’ deyip çok önemli bir başka nasihatte daha bulunuyor: ‘‘Satrancın kumarbazlarla oynamaması’’ gerektiğini...
İşte, Keykávus'un oğlu Giylánşáh'a satranç hakkında verdiği öğütlerden bir bölüm... Okuyun ve Baba'nın mı, yoksa 900 yıl öncesinin babası Keykavus'un mu haklı olduğuna siz karar verin.
900 yıl önceki Baba neler demişti
‘‘...Ey oğul! Satranç oynamayı sakın ola ki ádet edinme, eğer mutlaka oynayacaksan arada bir oyna. Ama sakın kumar niyetine oynama, zira satrancı para ile oynamak kumardır; kumarbazlık ise talihi kötü ve yıldızı kararmış kişilere mahsustur.
Satrançta ne kadar iyi bir oyuncu sayılırsan sayıl, kumarbaz olarak tanınmış kişilerle oynama. Böyle kişilerle oynadığın takdirde parasına oynamamış olsan bile görenler seni kumarbaz zannederler. Bundan dikkatle sakın, yoksa sen de kumarbazlığınla meşhur olursun.
Satrancı veya tavlayı senden yaşça büyük kimselerle oynadığın zaman edep gereği ilk hamleyi karşındakinin yapmasına ve ilk zarı yine onun atmasına dikkat etmen gerekir.
Ey oğul! Sen sen ol, serhoşlarla, saygının ne olduğunu bilmeyen cahillerle, yüzsüzlerle ve ağır kanlı heriflerle sakın oynama. Oyunu savaş ve arbede haline getirme ve sakın haaa kavga çıkartma. Sana karşı yapılan hamle yahut atılan zar yüzünden karşındakiyle tartışmaya kalkışma. ‘‘Sen şöyle oynamıştın’’ diye yemin falan da etmeye kalkma, zira söylediğin doğru bile olsa, görenler ‘‘Acaba yalan mı konuşuyor?’’ diye şüpheye düşer.
Ey oğul! Hiç kimseye şaka yapma, zira şaka ayıptır ve kötülüklerin kılavuzudur. ‘‘Savaşın çıkması şaka yüzündendir’’ derler. Şaka yapacak olursan sarhoş olduğun sırada yapma, zira şarhoş şakasının şerri ayık kişilerin şakasına oranla çok daha fazladır. Dolayısıyla acı sözlerden, şakadan ve işe yaramaz konuşmalardan kendisi sakın. Özellikle satrancın oynayana gönül darlığı verdiğini iyi bil. Açmaza düşen oyuncunun gönlü daralmıştır ve o kişi o anda hiçbir şakayı kaldırmaz. Böylelerine sakın şaka yapmaya kalkma’’
Bugünün Baba'sı ne diyor
‘‘...Kişinin önünde satranç tahtası her gün vardır. Birinci hamle, birinci hamle karşısında karşı hamle, hamleye karşı yapılabilecek hamle... Eğer kişi üç-dört hamleyi doğru dürüst tasavvur edebiliyorsa, başarıya giderken önemli bir imkána sahiptir. ‘‘Şu masayı bir devirelim de sonra bakarız icabına..’’ Üzerinde cam var, su var, sürahi var. Sonra elinizi arkanıza bağlayıp ‘‘Masayı devirdik ama döküldü, kırıldı’’. Onun döküleceğini daha önceden bilmeliydin. Kırıldı ne oldu? Zarar edersin,
...Aynen satrançta olduğu gibi oturuyorsun, çok acemice áletlerini kullanıyorsun. Üç-dört hamle sonra mat olup çıkıyorsun. Mat olup çıkmak en kolayıdır. Ama mat edip çıkmak lázım. Başarının adı mat etme, başarısızlığın adı mat olmadır.
...Bir savaş var orta yerde. Mutlaka dövüş şeklinde olması şart değil. Çeşitli mücadeleler de bir savaştır. Herşey bir savaşa tekabül ediyor. Savaşanlar savaşa ‘‘kaybedelim’’ diye girmezler. Satranç bir savaştır. Savaşta talih de şarttır’’
Devlet korolarına Paris'ten bile tepki var
Türk Müziği bestecisi Erol Sayan'ın Hürriyet Gösteri'nin Mart sayısında İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu'nun konserlerini eleştirmesi alaturka müzik camiasında şiddetli bir tartışma başlattı.
Erol Sayan senelerdir yazılıp çizilmeyen bir konuya temas ediyor ve ‘‘Devlet korosu böyle olmamalı. Çalıp söylediklerinde ruh diye birşey yok. Sadece görüntüye önem verip icrayı geri planda bırakmak ve hele ritim unsurunu ortadan kaldırmak müzisyenlikle bağdaşmaz’’ diyordu. Türk Müziği çevrelerinde şimdi Erol Bey'in yazdıkları tartışılıyor ve koro üyeleri dışında kalan müzisyenler ‘‘Bu toplulukların müziği neden böyle tatsız oluyor?’’ sorusunun cevabını arıyorlar.
Gösteri'deki yazının bazı bölümlerine birkaç hafta önce bu sayfada yer vermemden sonra çok sayıda mektup ve e-mail aldım. Türk Müziği'nin ciddi bir dinleyicisi olduğu anlaşılan Ohannik Akopcan'ın Paris'ten yolladığı mesaj, özellikle dikkatimi çekti. Altına imzamı hiç çekinmeden koyabileceğim bu mesajı aynen ve hiç yorumsuz naklediyorum:
‘‘...Erol Sayan'ın kızgınlığını ilgi ile okudum. Erol Sayan şimdiye değin kamuda konuşulmayan bir sorunu dile getiriyor.
...1975'lerde açılan Türk Müziği konservatuvarı hayli talebe yetiştirdi. Ama ne var ki bilinen ve bilinmeyen sebeplerden Dr. Nevzat Atlığ'ın başını çektiği devlet koroları Türk Müziği'ni kütlelere ve gençlere sevdirmek bir yana, Türk Müziği áşinalarına ikrah getirtti.
Usul ve áhenkten yoksun, içinde ritm olmayan, tek tip elbise giymiş asık suratlı kadınlarla smokinli gene öyle asık suratlı erkeklerin Dede Efendi'yi gulguleli bir uğultuya çevirmeleri bir yana, frak giymiş bir adamın senfoni orkestrası idare eder gibi ama garip hareketlerle bu insanların önünde el-kol sallayışı hangi Türk Müziği adet veya töresine uyuyor? Zevksizlik, ahenksizlik ve usulsüzlük misali bu ‘‘koro’’ tabir olunan insan grubunu acaba dinleyenler kimler ve niçin dinliyorlar?
Kültür yıkımına istemeden de olsa katkı, insanları herhalde yüceltmez’’
Paylaş