Paylaş
Sahte mesihlerle ve mehdilerle dolu renkli bir ramazan geçiriyoruz. Aklından zoru olan böyleleri tarih boyunca hep varolmuşlardır. İşte bunlardan biri: 1853 Ocak'ında Ayasofya Camii'nde mehdiliğini ilán eden Mustafa Nuri'nin öyküsü...
Mesihlerin ve mehdilerin sahteleriyle dolu oldukça renkli bir ramazan geçiriyoruz. Ortaya çıkan bu mesih ve mehdiler, aslında tarih boyunca görülen ve aklından zoru olanların bir devamı... İşte bunlardan biri: 1853 Ocak'ında Ayasofya Camii'nde mehdiliğini ilán eden Mustafa Nuri'nin öyküsü...
Osmanlı Arşivleri'nin Dahiliye İradeleri bölümünde bulunan 16534 numaralı vesikada bu Mehdilerden birinin macerası anlatılıyor. İşte, 1853'ün 23 Ocak'ında Zaptiye Nezareti'nden Sadaret'e yani Başbakanlığa gönderilen raporda günümüz Türkçesiyle yazılı olanlar:
'Geçen cuma günü Ayasofya Camii'nde yolsuz bazı işler oldu. Medrese talebelerinden Mustafa Nuri, hatip kürsüsünün yanında duran kılıcı eline aldı ve Mehdi olduğunu iddia edip cemaati imana çağırdı.
Mustafa Nuri hemen Zaptiye'ye götürüldü. Aslen Kalkandelenli olduğunu, İstanbul'a bundan dokuz sene önce geldiğini, o zamandan beri Cerrahpaşa'da bir medreseye devam ettiğini, Babasının isminin Abdülaziz olduğunu ve Kurşunlu Medrese'nin müderrislerinden Hacı Numan'ın derslerine devam ettiğini söyledi.
Minberde kuran kılıcı niçin aldığı sorulunca 'Ben Mehdiyim, kılıçsız Mehdi olmaz' dedi. Mehdilik davasına niçin kalkıştığı sorulunca da 'Allah tarafından memur edildiğini' söyledi. Zaptiyeler 'Ne zaman memur edildin Mustafa Efendi?' dediler, 'Geçen akşam' cevabını verdi. Sonra medresedeki odasında yalnız kaldığını, başka odalardaki bazı arkadaşlarının kendisinin Mesih olduğuna inandıklarını anlattı. Yapılan tahkikat neticesinde, Mustafa Nuri'nin Çifte Beşkurşunlu Medrese'de okuyan İsmail adında bir kardeşinin bulunduğu da öğrenilmiştir'
Belgenin varlığından álim dostum Prof. İlber Ortaylı sayesinde haberdar oldum ama Ayasofya Camii'nde ortaya çıkan bu Mehdi'nin akıbetini öğrenemedim. Tahminim, dokuz senesini bir medrese hücresinde geçiren zavallı Mustafa Nuri'nin, büyük ihtimalle Toptaşı'na yani o zamanın tımarhanesine tıkılmış olması...
‘Amin var’ ve ‘fesini kap’ merasimleri
Eski zamanlarda çocukların okula başlaması bir törenle olurdu. Bu törene 'bed'-i besmele' denir, çocuğun Kur'an'ı hatmetmesi sırasında da birkaç merasim yapılırdı. İnşirah suresinin sonuna kadar gelen çocuklara anne ve babaları hediyeler verirler, Bakara'nın tamamlanmasından sonra bir hatim duası yapılır ve davetlilere ziyafet çekilirdi.
Eskiden okula başlayan çocuklara ilk önce tamamiyle dini eğitim verilirdi. İlk ders olarak Arap harfleri öğretilir ve çocuğun okula başlaması sırasında küçük bir merasim yapılırdı.
Yapılan bu merasime 'bed'-i besmele cemiyeti' derlerdi. Okula başlayacak olan çocuk şallarla ve taklid elmaslarla bir ata yahut arabaya bimdirilir, okuldaki diğer öğrenciler çocuğu evinden alırlar, çocuk en öne geçer, arkasından bir rahlenin üzerinde duran ve çocuğun güzel bir kumaşdan yapılmış olan minderini başının üzerinde taşıyan bir başka çocuk yürür, onların arkasından yaş itibariyle daha büyük olan iláhici çocuklar gelir, en arkada da 'aminci'ler bulunurdu. Amincilerin yaşları iláhicilerden daha küçüktü.
Yaşça daha büyük çocukların Allah'a dua ve ondan ricayı hep bir ağızdan okudukları ilahilere daha küçük olan yavrular yine hep bir ağızdan 'Amin' diye karşılık verirler ve bu merasim bu yüzden çocuklar arasında 'Amin var' diy bilinirdi.
Okula yeni başlayan çocuğun anası, babası ve bütün ailesi de merasimde hazır bulunur, onların davet ettikleri kişiler de gelirler ve mektebe varıldığında çocuk hocanın önüne diz çöküp ilk dersini alırdı.
Hoca çocuğa 'Elif, be, te..' diye ilk harfleri okuttuktan sonra merasime katılan diğer çocuklara bahşişler verilir, tatlılar ve özellikle lokmalar dağııtılır, evde de davetlilere ziyafet çekilirdi. Eskiden çocuklar okumaya kunut duasından ve Kur'an'ın sonundaki küçük surelerden başlardı.
Çocuk İnşirah suresine gelip surenin sonundaki 'Fergap' kelimesini okuyanca öteki talebeler hep bir ağızdan 'Fergap-fesini kap' diyerek çocuğun başına cüz kesesini geçirirler, çocuk ve evine gönderilir, ana ve babasında hediyeler alırdı.
Kur'an bu şekilde aşağıdan yukarıya doğru hatmedilir, yani Bakara suresine çıkılır ve buna 'Elifláma çıkmak' denirdi. Bakara'nın da okunmasından sonra Kur'an devredilmiş demekti. Bu defa bir hatim duası yapılır ve davetlilere tekrar ziyafet verilirdi.
Esma İbret Hanım
Türk hat tarihinin en başarılı kadın sanatkárlarından olan Esma İbret Hanım saraydaki gözde cariyelerin ámiri Ahmed Efendi'nin kızı ve hattın büyük ismi Mahmud Celáleddin'in eşiydi. Yazıyı kocasından öğrendi ve icazet aldı. Hanımlar arasında pek rağbet görmeyen hattatlığa büyük emek verdi ve hemen hemen kocası kadar güzel yazdı.
15 yaşındayken yazdığı ve halen Topkapı Sarayı'nda bulunan hilyesinin arkasında bulunan bilgiye göre, hilyeyi yazdıran Kaftancı Mehmed Sálim Ağa bunun bir kız tarafından yazılabileceğine inanmamış fakat dostlarından hilyenin hattatının hakikaten Esma Hanım olduğu öğrenilince, Esma'ya 'İbret' unvanı verilmişti.
1780'de vefat eden Esma İbret Hanım, Vefa'daki Şeyh Murad Dergáhı'na, eşinin yanına defnedildi.
Kaymaklı saray ekmeği
İyi kalitede beyaz undan yapılmış bir ekmek, kabukları çıkartıldıktan sonra hafif ıslatılır ve iyice yoğrulur. Birkaç parçaya ayrılıp kadayıp yapar gibi bol yağda kızartılır. Sonra sıcak su ile iyice yıkanır, süzülür ve bir tepsiye yerleştirilerek üzerine kestirilmiş şeker şerbeti dökülür. Şerbet, ekmek parçalarının üzerini kapayıncaya kadar dökülür ve gerektiği takdirde parçaların üzeri bıçakla delinerek iyice emdirilir. Daha sonra her bir jarçanın üzerine kaymak döşenir ve iki parça üstüste birleştirilerek yeniden şerbete bulanır. Sıcak ve soğuk olarak yenebilir.
Paylaş