Murat Bardakçı

Prenses sarileri en büyük moda müzesinde

26 Ekim 1997
New York'ta 14 Ekim'de bir ‘‘sari’’, yani Hindli kadın elbisesi sergisi açıldı ve 34 adet antika sari, binlerce Amerikalıyı hayran bıraktı... Elbiseler, dünyanın en güzel kadınlarından birine, bir ‘‘hanımsultan’’a aitti: Beşinci Murad'ın 15 yaşında Hindistan'a gelin gidip cehennem azabından da beter bir ömür süren torunu Nilüfer Hanımsultan'a..New York'ta, bugünlerde binlerce kişi bir sergiyi geziyor: ‘‘Prenses Nilüfer'in Sarileri’’ sergisini... ‘‘Sari’’nin ne olduğu malûm: Hind kadınının geleneksel kıyafeti, yani dikişsiz, tek parçadan yapılıp vücuda sarılan ve uzunluğu altı metreyi bulan rengârenk kumaşlar... İşte, meşhur ustaların elinden çıkan ve en yenisi yarım asırlık olan 34 adet çok nadir sari, Amerikalılar'ın kısaca ‘‘FIT’’ dedikleri New York'taki dünyanın en büyük moda müzesine, ‘‘Fashion Institute of Technology’’nin salonlarında, 14 Ekim'den buyana sergilenmede...Enstitü, bu rengârenk sergiyi duyurabilmek için epey çalıştı... Basın toplantıları yaptı, Internet'teki elektronik sayfalarını haftalar öncesinden ‘‘Prenses Nilüfer'in dillere destan sarileri teşhirde’’ diyen haberlerle doldurdu ve 27 Ekim akşamına, yani yarına büyük bir davet hazırladı...Peki, kimdi bu ‘‘Prenses Nilüfer’’?Güzelliğiyle tanınırdı ve Nilüfer'le ilgili bir bahis açıldığı vakit, önce mutlaka güzelliği konuşulurdu...Bir Osmanlı hükümdarının, tahtta sadece 93 kalabilmiş olan Beşinci Murad'ın soyundandı... Annesi Adile Sultan padişahın torunuydu ve ‘‘sultan kızı’’ olduğu için, unvanı ‘‘hanımsultan’’dı Nilüfer'in... 1916'da Kadıköy'deki bir konakta doğmuş, iki sene sonra babası ölmüş; sekiz yaşına bastığında da ailesiyle, yani bütün Osmanoğulları'yla beraber sürgüne gönderilmişti...15 yaşındayken, ‘‘yokluktan kurtulmak için’’, dünyanın en zengin adamına gelin giti: Hindistan'ın her sene mücevherle tartılan mihracesinin, Haydarabad Nizamı'nın oğlu Şecaat Han'la evlendi... Kendi ifadesiyle 15 sene boyunca ‘‘cehennem hayatı’’ yaşadı, kocasından boşanıp Avrupa'ya döndü, Paris'e yerleşti ve Avrupa sosyetesinin en meşhur isimlerinden oldu...Bir ara Ağa Han onu oğluyla evlendirmek istedi ama hanımsultan bir Amerikalıyla birleştirdi hayatını: Edward Pope'la... 1963'te evlendiler ve 1989'a, Nilüfer'in bu dünyadan ayrılmasına kadar devam etti evlilikleri...Kaderinde mutluluğu bir türlü yakalayamamak vardı ve hayattab ayrılması da bir garip oldu... Mafsal ağrıları çekiyordu, tedavi için Paris'in en lüks kliniklerinden birine yattı ve bir virüs kaptı orada... Dünyanın en güzel çehrelerinden olan yüzü bir haftada tanınmaz hale geldi... Amerikalı koca, Nilüfer'e olan ‘‘tartışmalı’’ sevgisini işte o zaman gösterdi: ‘‘Prenses’’inin aynada çehresini gördüğü anda üzüntüden can vereceğini biliyordu ve hastahanede ne kadar ayna satın alıp hepsini kırdı...Ama orada sadece iki hafta yaşayabildi Nilüfer... Hastahaneden Paris'in en büyük Müslüman mezarlığına, Bobigny'ye götürüldü; annesi Adile Sultan'ın yanına yatırıldı...Edward Pope, Nilüfer'den sonra yeniden evlendi... Hayatını bir Amerikalı hanımla, Evelyn'le birleştirdi ve geçen sene o da ayrıldı dünyadan... Nilüfer'den kalan ne varsa Evelyn'in oldu, hepsini Amerika'ya götürdü ama iyi bir iş yaptı ve eşyaların bazısını George Town Üniversitesi'ne, bazısını da FIT'ye bağışladı...İşte, İstanbul'da başlayıp Paris'te noktalan bir hayatın ve dünyanın en zengin sarayında, Haydarabad'da dokunup Amerikalı bir kadına nasip olan sarilerin kısa öyküsü sizlere...Fuhuş yapan kadına sadece tenbih edinİstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin kurduğu ‘‘İstanbul Araştırmaları Merkezi’’, Osmanlı arşivlerindeki önemli kaynaklardan birini, şehirle ilgili kararların yazılı olduğu ‘‘Ahkâm Defterleri’’ni yayınlamaya başladı... 23 cild olması planlanan serinin şimdilik sadece iki cildi çıktı: ‘‘İstanbul'da Sosyal Hayat’’ ve ‘‘İstanbul Esnaf Tarihi’’... Bu iki cildde yeralan asırlar öncesinin idari kararlarını, büyük bir zevkle okudum... Okudum ve İstanbul'da arazi işgallerinden hamal çetelerine, miras didişmelerinden sebze fiyatlarındaki patlamaya, sokak cinayetlerine ve ruhsatsız işyeri açılmasına kadar akla gelebilecek her türlü günlük olayda, yüzyıllardır herşeyin eski hamam eski tas devam ettiğini gördüm... Sadece bir farkla: O zamanın hoşgörüsü artık yoktu... Biz bugün hanım devlet bakanlarının girişimiyle fuhşa ve zinaya verilecek cezayı ne kadar arttıracağımızı tartışıyorduk ama 1748'de, zamanın padişahı fuhuş yapan kadınlara sadece ‘‘tenbihle’’ yetiniyordu...Belediyeyi çok gecikmiş böyle bir işi başlattığı ve şehrin geçmişiyle ilgili belgeleri yayınlamaya giriştiği için kutluyorum; İstanbul'un tarihine merak duyan ve eski dili anlayabilen herkese bu kitapları okumalarını tavsiye ediyorum... Fakat bu yayını yapan ‘‘İstanbul Araştırmaları Merkezi’’nden küçük bir ricam var: Yolladığınız cildlere teşekkür ederim ama kitapların iç kapaklarına, yanlarına ve aklınıza gelen öteki yerlerine ‘‘İstanbul Araştırmaları Merkezi Armağanıdır’’ diye bir damga basmaya devam edecekseniz, bundan sonra bana kitap mitap göndermeyin... Çünki kitaba saygı gösteririm ve hediye edilen bir kitabın satışının önlenmesi yahut adamın başına kakılması için her tarafının mühürlenmesi, Cankurtaran'daki ‘‘CanCan’’da, yani zührevi hastahanesinde kolundaki damgayla muayene sırası bekleyen hayat kadınına çevrilmesi sadece beni değil, her kitap meraklısını üzer...Ama kesin olan birşey var: Belediye iyi kitap çıkartıyor ve bu kitaplara gösterdiği ihtimamın yarısını İstanbul'un alt yapısına gösterse, seller felâkete dönmeyecek, şehir güllük-gülistan olacak, bu kesin...HAMUT DEĞİL, HAVUD Okuyucularım, geçen hafta bu sütunda çıkan ‘‘Havuduyla yutmak diye işte buna denir!’’ başlığının yanlış olduğunu, ‘‘havud’’ değil, ‘‘hamut’’ yazmam gerektiğini söylediler...Aynı şekilde düşünenler için anlatayım: ‘‘Hamut’’ veya ‘‘hamud’’ dediğimiz söz, dilimize eski Rusça'dan geçmiştir, ‘‘at boyunduruğu’’ yerine kullanılır ve araba çeken atların boynundaki halkaya denir... ‘‘Havud’’ ise, eski Farsça'nın ‘‘heviyd’’inden gelir ve ‘‘deve semeri’’dir... Dolayısıyla başkasına ait olan herhangi bir şeyi kendisine maleden kişi deveyi ‘‘hamuduyla’’ değil ‘‘havuduyla’’ yutmuş demektir ve benim yazdığım şekil doğrudur...15 yıllık cehennem azabıBen, Nilüfer hanımsultanı 1980'lerin başında, Paris'te tanıdım... Lamartine Meydanı'nda, geniş ve gayet şık bir dairede otururdu... Evin duvarlarından birini boydan boya süsleyen devâsâ iki hat, gördüğüm Yesarizâde yazılarının en güzelleriydi...Paris'e her gidişimde, onu mutlaka ziyaret ederdim... Kocası Edward Pope saatler süren sohbetlerimize iştirak eder, hanımsultanın Hindistan'da geçirdiği ızdırab dolu senelerinin hikâyesini kimbilir kaç yüzüncü defa hiç bıkmadan tekrar tekrar dinler ve sonunda mutlaka upuzun bir 'Yeees' çekerdi...New Yorklular'ın ‘‘Prenses Nilüfer’’in sarilerini seyretmeye akın akın koştuklarını öğrenince, seneler önceki o sohbetlerin dönüşünde otellerde tuttuğum notlarımı çıkardım... Yeniden okudum ve hanımsultanın ihtişam içerisindeki ızdırabından birkaç başlığı sizlere de aktarayım dedim... Meselâ evlenmesinin öyküsünü ve ‘‘burun deldirme’’ macerasını...‘‘Sürgünden sonra, Fransa'a yerleştik... Nice'de ufacık bir daire kiraladık’’ diyordu hanımsultan: ‘‘Elimizdeki tek-tük mücevheri satarak yaşıyorduk. Gün geldi, satacak hiçbir şeyimiz kalmadı. Annem hastaydı ama verecek paramız olmadığı için doktor çağıramıyorduk. Haydarabad Nizamı'nın oğlu, beni işte böyle bir vaziyette buldu. Çok zengindi ve annemle beni yokluktan kurtarabilirdi. Daha 15 yaşındaydım ve evlenme teklifini açlık çekmemek için kabul ettim. Haydarabad'a giderken, koynumdaki küçücük bir Kur'an'dan başka hiçbir şeyim yoktu...Hindistan'da, cehennemden beter bir 15 sene geçirdim... Kayınpederimin yanında konuşmam yasaktı. Sadece o birşey soracak olursa ‘‘Evet baba’’, yahut ‘‘Hayır baba’’ diyebilirdim. Nereye gitsem, peşimde hep detektifleri olurdu. Günün birinde aklına esti, bu
Yazının Devamını Oku

Larousse'a göre asıl hırsız Pangalos

19 Ekim 1997
Yunanistan'la muhabbetimiz, son günlerde daha da bir arttı... Önce Yunan Dışişleri Bakanı Pangalos hakkımızda ‘‘hırsız’’, ‘‘ırz düşmanı’’, ve ‘‘katil’’ gibisinden sevgi dolu sözler sarfetti, derken Rum ve Yunan orduları Kıbrıs'ta ucuz gövde gösterilerine girdi ve dostluğumuz bu sayede artık sökülmez bir biçimde perçinlendi... Allah nazardan, kem gözlerden ve bizi çekemeyen cümle düşmanların şerrinden saklasın...Ülkelerimiz işte böylesine muhabbet dolu bir havaya girince bu dostluğu kutlama bâbında birşeyler yazmak istedim ve yakın dostumuz Yunanistan'dan sözeden kaynaklara yeniden bir göz atayım dedim...İlk elimi attığım kitap, ‘‘Petit Larousse’’ oldu... Hani Fransızlar'ın dünyanın en önde gelen bilimsel başvuru kaynaklarından kabul edilen ve bütün cildleri üstüste konulduğunda adamın boyunu aşan ‘‘Larousse’’ isimli meşhur ansiklopedilerinin ‘‘Petit’’ yani ‘‘Küçük Larousse’’ denilen tek cilde indirilmiş özeti var ya, işte ona baktım...Baktım ve bir hayli şaşırdım: Petit Larousse, Fransızca'da ‘‘Yunan’’, ‘‘Yunanlı’’ anlamına gelen ‘‘Grec’’ sözünün karşısına, garip şeyler yazmıştı: Yunanlılar için ‘‘Fripon’’, ‘‘escroc’’ diyordu ansiklopedi... Türkçesiyle ‘‘dolandırıcı’’ ve ‘‘sahtekâr’’... Hatta ‘‘sahtekârları bir topluluktan dışarı atmak’’ deyimi örnek diye gösteriliyor ve ‘‘sahtekâr’’ın karşılığı olarak gene ‘‘Grec’’, yani ‘‘Yunanlı’’ sözü kullanılıyordu...‘‘Bu hırsız ve sahtekâr suçlaması da neyin nesi?’’ diye düşünürken, gözüm elimdeki Petit Larousse'un yayın tarihine takıldı... Kitaplığımdan ansiklopedinin 1931'de çıkmış süslü, rengârenk kapaklı ve şimdilerde çoktan antika olmuş eski baskısını çıkartmış, ona bakmıştım... ‘‘Bu işte bir yanlışlık olmalı’’ deyip, son baskılardan birini açtım ama bu defa daha da şaşırdım: Eski baskıda 40 satır olan Yunanlı bahsi yeni yayında sadece altı satıra inivermişti... Kelimenin karşısına ‘‘Yunanistan'dan olan, Yunanlı’’ diye yazılmış, bizim türlünün zeytinyağlısını andıran bir yemekten sözedilmiş ve ‘‘Ortodoks kilisesine 'Yunan Kilisesi' de derler ama bu pek doğru bir ifade değildir’’ kaydı düşülmüştü, o kadar...Ben, dünyanın en meşhur ansiklopedilerinden birinin iki ayrı baskısındaki bu iki ayrı ifadenin arkasında seneler süren diplomatik pazarlıkların, tehditlerin ve tavizlerin yattığını, küçük bir araştırmadan sonra öğrendim:Fransızca'da ‘‘dolandırıcı’’ ve ‘‘sahtekâr’’ kavramlarının mecazı olan ‘‘Yunanlı’’ kelimesi Petit Larousse'un ilk baskılarında uzun zaman yer almış, Yunanistan bu ifadeden seneler sonra haberdar olmuş ve işi diplomatik mesele haline getirmişti... Fransız hariciyesi ‘‘Fransa hür bir ülkedir, isteyen istediğini yazar... Siz gidin, işinizi ansiklopedinin yayıncılarıyla halledin’’ deyince, Larousse'u çıkartanlarla pazarlığa oturmuştu Atina... Pazarlık devam ederken kitabın yeni baskıları yapılmış, ‘‘dolandırıcı’’ ve ‘‘sahtekâr’’ sözleri bütün bu baskılarda da yer almış ama günün birinde birdenbire kesilmiş, 40 satırlık ‘‘Yunanlı’’ maddesi birdenbire altı satıra inivermişti... Larousse'un yayıncıları, bol sıfırlı bir meblâğ kırşılığında Yunanistan'a Fransızca'dan deyim satmışlardı...Atina'nın hakkımızda demediği bırakmadığı, esip savurduğu bu günlerde bu ‘‘dolandırıcı’’ ve ‘‘sahtekâr’’ kelimelerinin satışını bir hatırlatayım dedim...‘‘Hamuduyla yutmak’’ diye işte buna denir!Doç. Dr. Fikret Evci'nin Mimar Sinan Üniversitesi'ne yaptığı profesörlük başvurusunu değerlendirecek olan jürideki beş profesörü uyarıyorum: Dr. Evci'nin yazdığını iddia ettiği kitabın tamamı başkalarından ‘‘makaslama’’dır ve ‘‘eser’’ değil, ‘‘intihal şaheseri’’dir...Mimar Sinan Üniversitesi'nde 9 Kasım'dan sonra çok önemli bir karar alınacak... Çeşitli üniversitelerden seçilmiş beş kişilik bir profesörler jürisi, Mimar Sinan'da boş olan mimari restorasyon profesörlüğü kadrosunun kime verileceğini belirleyecek ve bu karar büyük, çok büyük bir önem taşıyacak: Türk üniversitelerinde bilimsel haysiyetin ayaklar altına alınmış olup olmadığını ortaya koyacak...Bakın, neden:Üniversite geçenlerde bir gazeteye ilân verdi, profesör kadrosunun boş olduğunu duyurdu, adayların müracaatını istedi ve başvuru bir doçentten geldi... Doçent, ‘‘eserim’’ dediği bir de dosya sundu üniversiteye: Kapağında ‘‘Fatih Medreseler Tekkeler Zaviyeler Sıbyan Mektepleri Üzerine Araştırma’’ diye sadece kelimeler yığınından ibaret sözlerin yazılı olduğu bir dosya...‘‘Eser’’ olduğu iddia edilen bu dosyayı geçenlerde tesadüfen gördüm ve açık söyleyeyim, dehşet içinde kaldım... Önümde hakikaten bir ‘‘şaheser’’ ama bir ‘‘intihal şaheseri’’ duruyordu... Bugüne kadar yürütme, makaslama, intihal etme yahut kolaj yapma yoluyla hazırlanmış çok sayıda ‘‘eser’’ görmüştüm ama, böylesine tesadüf etmemiştim...Üniversiteye ve jüriye ‘‘asıl çalışma’’ olarak sunulan bu ‘‘eser’’, onu yazdığını iddia eden doçente ait değildi... Dosyanın içerisinde ne varsa Prof. Cahid Baltacı'nın ‘‘Osmanlı Medreseleri’’, Prof. Mübahat Kütükoğlu'nun ‘‘İstanbul Medreseleri’’, ‘‘1869'da Faal İstanbul Medreseleri’’, Turgut Kut'un ‘‘Sübyan Mektepleri’’, Dr. Ahmet Işık Doğan'ın ‘‘Osmanlı Mimarisinde Tarikat Yapıları’’ ve Dr. Özgönül Akay'ın ‘‘Osmanlı Devri İstanbul Sübyan Mektepleri’’ isimli çalışmalarından yapılmış bir derleme, daha doğrusu bir ‘‘intihaller zinciri’’ydi... Bu kaynaklar hiçbir dipnotta gösterilmemiş ve bazıları bibliyografyaya bile alınmamıştı... İşin en acı tarafı ise, ‘‘araştırmanın sahibi’’ olduğunu iddia eden kişinin, makasladığı sayfaları bilgisayarla yahut daktiloyla yeniden yazma zahmetine katlanmaması, kaynakların fotokopilerini çekip ciltletmesi, orijinal sayfa ve dipnot numaralarını değiştirmeye bile tenezzül etmemesiydi... Meselâ ‘‘eser’’in ilk dipnotunun numarası ‘‘1’’ değil ‘‘46’’ydı, zira o dipnotun geçtiği bölüm Prof. Kütükoğlu'ndan makaslanmıştı... İkinci dipnotun yerinde ‘‘173'' yazılıydı, numara sonra 117'ye inmekte ve üniversitelerimizin ilmi haysiyetini de aşağılara indirip ayaklar altına almadaydı...Ben, sözkonusu profesör kadrosunun kime sunulacağının çoktaaan belirlendiği, hatta jürinin kararı konusunda haftalar öncesinden ‘‘İş tamam... Üçe iki kazanacağız’’ diye konuşulduğu yolundaki iddiaların gerçek olduğuna ihtimal vermek istemiyorum...Ama, jüriyi oluşturan beş üniversite hocasının, Prof. Haluk Sezgin, Prof. Demir Divanlıoğlu, Prof. Zeynep Ahunbay, Prof. Cengiz Eruzun ve Prof. Veyis Özek'in kararını merakla beklemedeyim... Doç. Dr. Fikret Evci imzasını taşıyan bu makaslama şâheserini geri çevirerek üniversitede bilim şerefinin hâlâ varolduğunu mu gösterecekler, yoksa kabul ederek intihale ortak mı olacaklar; hep beraber göreceğiz...Hiç merak etmeyin; neticeyi bu sütunda mutlaka okuyacaksınız...Özer Bey meğer vahiyle yazıyormuşÖzer Çiller'den ben de nasibimi aldım... Nazlı Ilıcak'ın Kanal 7'de bu hafta yayınlanan programındaki konuşmasında ismimi vermeden benden sözetti ve beni iftira atmakla suçladı...Böyle birdenbire müfteri ilân edilmemin sebebi, bu sayfada birkaç ay önce çıkan bir yazımdı: Özer Bey'in ‘‘Mutlu ve Başarılı Olma Sanatı’’ adlı kitabının büyük ölçüde ‘‘makas’’ ve Amerika'nın en fazla okunan yazarlarının başında gelen Güney Kaliforniya Üniversitesi'nin felsefe profesörü Leo Buscaglia'nın eserlerinden ‘‘derleme’’ olduğunu yazmıştım... ‘‘Özer Bey'in dürüstlük dersini bir de benden dinleyin’’ demiş, kitabının Buscaglia'nın dört ayrı kitabından, ‘‘Birbirimizi Sevebilmek’’, ‘‘Kişilik’’, ‘‘Sevgi’’ ve ‘‘9 Numaralı Otobüsle Cennete’’ isimli eserlerinden talan edildiğini sayfa numaralarına ve makaslanmış ifadelere varıncaya kadar sıralamıştım... Yazdıklarım, hemen o gün TV'lerin haber bültenlerinde yer almıştı...Nazlı hanımın programında söz döndü, dolaştı, bu ‘‘intihal’’ konusuna geldi... Özer Bey kitabıyla ilgili iddiaların, yani yazdıklarımın nasıl bir ‘‘yalan’’, ne biçim bir ‘‘iftira’’ olduğunu anlattı... ‘‘Buscaglia'dan tek satır bile almadım’’ dedi ve daha da önemlisi, ‘‘Amerikalı yazarın eserlerini, kendi kitabını yayınlamasından çok so
Yazının Devamını Oku