Murat Bardakçı

Murat Bardakçı: 90 yıl önce de bir paşa aynı sözleri söylemişti

12 Eylül 1999
‘‘Ülkenin sosyal ve siyasal durumuyla, ruh haliyle, inançlarıyla ve gelenekleriyle asla uyuşmayan bu anayasa, millî varlığımız için ciddî bir tehlike hálini almıştır. Bu anayasayı hazırlayanlar gerçek kıymetten uzak, değersiz bir eser meydana getirmeye mahkûmdular. Anayasamızı seçerken çok aldanmış olduğumuzu itiraf etmemiz lázım gelir...’’ Bu cümleler bir yüksek mahkeme başkanına ait. Ama Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'a değil, 90 yıl öncesinin Danıştay Başkanı olan ve sonra sadrazamlığa yükselen Said Halim Paşa'ya... Paşa anayasayı yerden yere vurup başbakan oldu; bakalım Sami Selçuk Çankaya’ya çıkabilecek mi?Sami Selçuk bir konuştu, pir konuştu. Türkiye depremin acılarını bile bir yana bıraktı, günlerdir Selçuk'un konuşmasını tartışıyor, yorumlayıp bir máná çıkarmaya ve biryerlere varmaya çalışıyor.Yargıtay Başkanı'nın söyledikleri bana hiç de yabancı gelmedi, zira Selçuk'un sözlerinin hemen hemen aynını bir başkası bundan 90 yıl önce de söylemiş ve Türkiye'de o zaman da bir anayasa tartışması yaşanmıştı.İşin ilginç tarafı, anayasaya veryansın eden kişinin o zaman da bir yüksek mahkemenin başkanı olmasıydı: Sonradan imparatorluğun sadaret makamına geçen yani başbakanlık koltuğuna oturan Danıştay Başkanı Said Halim Paşa... Paşa önce broşürler halinde bastırdığı, sonra ‘‘Buhranlarımız’’ adıyla kitap haline getirdiği eserinde zamanın anayasasının memleket için ‘‘tehlike’’ olduğunu söylüyordu. Sami Selçuk'tan ayrıldığı nokta, Fransa'ya büyük bir bağlılık hissetmesiydi; o zaman çıkan tartışmayla bugün yaşanan arasındaki en önemli fark ise Paşa’nın bu sözleri söylemesinden sonra fikir adamlarının ‘‘saray ve hükümet dururken danıştay başkanına da ne oluyor?’’ diye sormuş olmaları...Biz, Said Halim Paşa'yı bir zamanların çok meşhur bir siyasetçisi ve daha da meşhur bir entellektüeli olmasından ziyade Yeniköy'deki yalısı dolayısıyla tanırız. Önce kumarhaneye ve gece klübüne çevirdiğimiz ve nihayet yaktığımız yalısı vasıtasıyla... 1863'te Kahire'de doğan Said Halim Paşa, Mısır'da kendi hanedanını kuran Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunlarındandı. İsviçre'de siyaset bilimi okudu ve beş dil öğrendi. İkinci Abdülhamid'in iktidar senelerinde o zamanın Danıştay'ı olan ‘‘Şûrá-yı Devlet’’e tayin edildi ama Jöntürkler'le teması yüzünden takip altına alınınca Türkiye'den ayrıldı. Yıllarca Avrupa'da ve Mısır'da yaşadı, İstanbul'a 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilánından sonra döndü. Danıştay'a başkan oldu, bir ara dışişleri bakanlığı yaptı ve 1913'te sadrazamlığa getirildi. Türkiye Birinci Dünya Savaşı'na girdiği sırada başbakanlık koltuğunda o oturuyordu.SARAYDAN ESİR KAMPINASaid Halim Paşa 1917'de sadrazamlıktan istifa etti. 1919'da savaş suçluları listesine alınıp Malta'ya sürüldü. İki yıl bir İngiliz esir kampında kaldı, sonra Roma'ya yerleşti ama 1921'in 6 Aralık'ında bir Ermeni teroristin kurşunlarıyla can verdi. Cenazesi İstanbul'a getirildi ve Cağaloğlu'ndaki Sultan Mahmud Türbesi'ne defnedildi.Zamanının önde gelen İslámî aydınlarındandı ve çok sayıda eser vermişti. Paşa'ya göre Osmanlı Devleti'nin gerilemesinin tek bir sebebi vardı: Batının kalıplarının olduğu gibi benimsenmesi ama bu kalıpların sosyal hayata ve sisteme uymaması.1908 anayasasının Osmanlı'nın Müslüman kimliğine ters düştüğünü söylemiş, hatta Sami Selçuk'tan hiç de aşağı kalmayan sert ifadeler kullanmış ama o anayasanın sadrazamı olmaya da çekinmemişti. ÇANKAYA’YA ÇIKABİLECEK Mİ?Said Halim Paşa bu sözleri söyledi ve sadrazamlığa yükseldi. Nazlı Ilıcak’ın temennisinin hakikat olup olamayacağını yani Sami Selçuk’un Çankaya’ya çıkıp çıkamayacağını ise zamanla göreceğiz.İşte, Said Halim Paşa'nın bundan tam 90 yıl önce zamanın anayasasını yerden yere vururken söylediklerinden bazıları... Okurken kendi kendinize ‘‘Bu sözler Said Halim Paşa'ya mı yoksa Sami Selçuk'a mı ait?’’ diye soracağınızdan eminim.DÖNEMİN ŞURÁ-YI DEVLET REİSİ, AYNEN SAMİ SELÇUK GİBİ KONUŞMUŞTUNe yazık ki bu memleketin anayasası onun yalnız sosyal seviyesine değil, hatta sosyal kurum ve kuruluşlarına da aykırı bulunuyor. Bu anayasa, olayların garip bir şekilde gelişmesi sonunda canlanıp ortaya çıktı; güçlü rakibinden intikamını aldığı gibi, memleketi için bir selámet ve ilerleme devri açmak isteyenlere de kendisini kabul ettirdi. Kaderin bir cilvesi olarak, milletin vekilleri istibdad devrinin vekilleri tarafından düşünülmüş ve ortaya konmuş olan anayasayı benimsediler.Bu memleketi ve bu memleketin anayasasını bilenler şunu kabul ederler: Ülkenin siyasi ve sosyal durumuyla, ruh haliyle, inançlarıyla ve gelenekleriyle asla uyuşamaz! Hatta bu anayasa millî varlığımız için ciddî bir tehlike hálini almıştır.Anayasayı hazırlayıp kanunlaştıranlar memleketi asla dikkate almamışlar, hafızalarında nasılsa kalabilmiş olan bazı dağınık bilgi ve teorilerin ülkeye mutluluk getireceği kuruntusuna düşmüşlerdi. Gerçek bir kıymetten ve hakikatlerden uzak, değersiz bir eser meydana getirmeye mahkûmdularKanunlar teori ve düşünce bakımından ne kadar mükemmel olurlarsa olsunlar, hayatın gerçeklerine uymadıkları takdirde zararlı olmaktan kurtulamazlar. Yolsuzluklara sebep olan, keyfi ve baskıcı idareyi doğuran hep bu kanunlardır. Bunlar, sonunda halkın da ahlákını bozarlar.Eğer bir anayasa milli meclisin oluşmasına bile müsait değilse, bu anayasanın bizim halimize ve sosyal durumumuza uymayacağı açıktır. Bugünkü siyasi yapımızın sosyal yapımızla uyuşması imkánsızdır.Adalet sistemimizi ıslah etmek için Fransa adalet sistemini esas aldık. Halbuki Fransız toplumu, bizimkine asla benzemeyen aslı, ruh hali, ádetleri, gelenekleri, irfanı ve uygarlık seviyesi ile bizden çok farklı olan, ihtiyaçları ise çok veçeşitli bulunan bir toplumdu. Fransız adalet sistemi, mükemmel oluşu ile bizi cezbetti. Halbuki hiç kimse Fransa'ya hiçbir şekilde benzemeyen bizimki gibi bir memleket için bu sistemin uygun olup olmadığını düşünmedi. Bu şekilde icra ettiğimiz adalet reformunun bukadar yıl çalıştıktan sonra málûm şekilde ve hiç derecesinde neticeler vermesi şaşılacak birşey değildir.Toplumların uğradığı fenalıkların sebebi, hemen, daima ve her yerde kuvvetli olanın baskısı, yani istibdattır. Aynı toplumda farklılığın devamını isteyenler de vardır. Diğerlerinin kaldırmakta büyük menfaat gördükleri farkların devamından aynı derecede fayda uman imtiyazlı bir sınıf bulunmaktadır. Bu sebeple iç mücadeleler ádeta müzmin bir hále gelerek devam etmekte ve kanlı ihtilállere sebep olmaktadır.Anayasalarda yerine getirilmesi gereken şartların ilki, milletin siyasi birliğini kuvvetlendirip geliştirmekten ibarettir. Bu durumda, anayasamızı seçerken çok aldanmış olduğumuzu itiraf etmemiz lázım gelir (İsmail Kara'nın ‘‘Türkiye'de İslámcılık Düşüncesi’’ adlı kitabından bugünün Türkçesi'ne uyarlandı).Sessiz bağışın kataloğuAbdülbaki Gölpınarlı, şarkiyat biliminin önde gelen álimiydi. 1900'de başlayan hayatını 1982'de noktaladığında arkasında çoğu bugün bile konusunda hálá tek kaynak olan yüzden fazla kitap ve binlerce makale bıraktı.Gölpınarlı'dan geriye sadece yazdıkları değil, başka eserler de kaldı: Önemli bir bölümünü dünyada tek nüsha elyazmalarının teşkil ettiği zengin bir ihtisas kütüphanesi ve Türk hat tarihinin en önemli isimlerinin imzalarını taşıyan 54 parçalık nefis bir hat kolleksiyonu... Son günlerini zaten kütüphanesiyle kolleksiyonunun tasnifine, kataloglarının yapılmasına vakfetmişti. En son eserini, işte tamamladığı bu katalogları notere tasdik ettirdikten sonra verdi, bir ömür boyu uğraşarak biraraya getirdiği kolleksiyonunu ve kütüphanesini hayatı boyunca bağlı olduğu yere bağışladı: Konya'ya, Mevláná Müzesi'ne. Sandıklar dolusu ilim hazinesini taşıyan kamyon Salacak'taki evinin önünden Konya'ya doğru yola çıkarken Abdülbaki Hoca'nın ‘‘Artık içim rahat’’ deyişini dün gibi hatırlarım.Zamanın Kültür Bakanlığı, Gölpınarlı'nın yolladıklarını her bağış sahibine nasip olmayacak şekilde değerlendirdi: Müzedeki eski de
Yazının Devamını Oku

1894’teki deprem raporu Demirel’e verilenin tıpkısı

5 Eylül 1999

‘‘...Depremin bu kadar büyük zarar vermesinin önde gelen sebebi, inşaat malzemelerinin kötü ve eski olmasıdır. Tuğla binalar kolayca yıkılmamaları gerektiği halde inşalarında özen gösteril-mediği için ayakta kalama-mışlar-dır...’’ Bu cümleler 17 Ağustos 1999 depreminin değil, İstanbul'da 10 Temmuz 1894'de yaşanan büyük sarsıntının raporunda geçiyor. Anlayacağınız, İstanbul'un inşaat sektörü

Yazının Devamını Oku