Paylaş
O ünlü romanın kahramanları kolay unutulmaz: Billur sesiyle Kuran okuyan Rabia, ona sırılsıklam âşık olan alafranga musiki hocası Peregrini, bilgelik sınırlarında dolaşan Vehbi Dede ve İkinci Abdülhamit döneminin zıtlıklarında yalpalayan Osmanlı insanları.
Sonuç, çok açık anlatımlarla olmasa da, ‘‘Sırrilik’’ sözünün gerisinde gizlenen bir tasavvuf inancıdır: Çağın çalkantıları ortasında değişerek ayakta kalma çabalarının boşluğu ve tek gerçeklik olarak ilahi varlıkla bütünleşen bir ruhani derinlik.
Kısacası, Kemalist devrimin bilim tutkusunu ve akılcılığı öne çıkaran pozitivist yaklaşımıyla taban tabana zıt bir bakış açısı. Zaten Halide Edib'i Gazi'nin kurmak istediği cumhuriyetten uzaklaştırıp İngiltere'ye sürükleyen ve 1930'ların ortasında o romanı yazdırtan da bu bakış açısı değil midir?
Aşağı yukarı yarım yüzyıl sonrasından başlayarak aynı bakış açısının tekrar moda oluşu ve ‘‘post-modern’’ bir Türkiye'de yarı-mistik inançlarla yarı-çağdaş yaklaşımları kaynaştırmaya yönelik birtakım akımların yeniden ortalıkta dolaşıyor olması ilginçtir.
Hele, Batı dünyasıyla Halide Edib'inkine benzer bir diyalog araması.
‘‘Türkiye'de söyleyemediklerimi orada serbestçe söyleyebildiğim için Amerika'ya yerleştim’’ diyen bir Profesör Mardin ve Türkiye Cumhuriyeti'nin elçilik arabasıyla Papa ziyaretine giden bir Hoca Efendi.
Batı, Türk dünyasının Kemalist pozitivizmden uzaklaşıp böylesine bulanık sentezler aramasından hoşlanıyor olabilir. Kendileri akılcılığın yalın sıçrayışlarıyla belli bir gelişme düzeyine gelip dünyaya hükmedenler, başka toplumların belirsiz derinliklerde oyalanmasını ilginç bulur, hatta teşvik ederler.
Bunun, edebiyattan politikaya kadar çeşitli alanlarda insanları baştan çıkarıcı bir dış ilgi olmadığı söylenebilir mi? Dikkatli bir gözlemci, Sinekli Bakkal'ın biraz da ‘‘yabancılar için’’ yazılmış olduğunu fark edebileceği gibi, Hoca Efendi'nin girişimleri ile ‘‘ılımlı İslam’’ kuşağı yaratmaya dönük küresel çabalar arasındaki yakınlığı da kolayca sezecektir.
Batı'nın bu tutumunda şaşırtıcı bir yan yok. Şaşırtıcı olan, kuruluşundan üç çeyrek yüzyıl sonra cumhuriyet Türkiye'sinin hâlâ böyle akımlara sahne olabilmesidir. Necati Bey'lerin ve Hasan Ali Yücel'llerin eğitim politikasını yarıda kesip ilahiyatlı, imam-hatipli düzene geçen bir ülke, çağı yakalar gibi olduğu zamanlarda bile okul kapılarında kılık kıyafet kavgası eden gençleri görerek umutsuzluga düşüyor.
‘‘Tevhid-i tedrisat’’, başlangıçtaki anlamının tam tersine bir bütünleşmeye yöneldiği için bozuldu. Cumhuriyetin pozitivist eğitimi ile dinin bireysel iç dünyaya dönük olması gereken etki alanı birbirine karışınca kafalar da karıştı. Bu kargaşayı, Kemalist devrimin ilk yıllarını anımsatan bir yaklaşımla giderip her şeyi yeniden yerli yerine oturtmak gerekiyor.
Kimi köşe yazarlarının süper ve hatta hipermarketlerdeki çağdaşlıkla övündüğü bir Türkiye'de kafalar Sinekli Bakkal tezgâhları gibi karışık kaldıkça, değil cumhuriyetin, çağdaşlığın bile geleceğine güvenle bakılamaz.
Paylaş