‘‘Duy sesimizi...’’

Mümtaz SOYSAL
Haberin Devamı

Yandaki hanım, Sion'un içinden değil, yakınlardaki ünlü kayak merkezi Saint Moritz'den. Erken gelip pahalı tribüne yerleşmiş; kızıyla kocası maçın başlamasına ancak birkaç dakika kala gelebiliyorlar.

Orta yaşlı madam, laf olsun diye maçlara getirilen kadınlardan değil, tam bir futbol hastası ve fanatik Sion taraftarı. ‘‘Ligler başlayalı altı haftacık oldu, takımın rodajı bitmedi'' diyor.

Sanki bizimkilerin ‘‘rodaj''ı bitmişmiş gibi.

Oyuncular konusundaki bilgisi de müthiş: ‘‘Milton Brezilyalı ama, İsviçre vatandaşı oldu'' diyor. Oyuncu değişikliğinde, ‘‘Şu yeni giren çocuk henüz on sekiz yaşında!'' diye eklemeden edemiyor.

Kurallar konusunda ise değme meraklının erişemeyeceği kadar bilgili: Hakemlerin nerede hatalı, nerede doğru karar verdiklerini görüp tepki gösteriyor. Genellikle objektif; ama, arada sırada, hakemlere ya da kendi oyuncularına kızınca, öyle küfür gibi olmasa da, kibar Fransızcada pek kibar kaçmayan sözler çıktığı da oluyor ağzından. ‘‘Sakin ol madam, adamcağız o kadar da kızacak bir şey yapmadı'' dediğinizde, kişisel sakinliği doğadaki sukunetle birlikte yaşamaktan bıkmış bir İsviçreli edasıyla, cevabı hazır: ‘‘Evde susmaktan bıktım; burada bağırmazsam, nerede bağıracağım!''

Kısacası, ‘‘Başkaları ne der?'' demeden, herhangi birimiz maça neden gider ve maçta nasıl davranırsa, öyle gelip davranan bir hatun. Etraf, onun gibilerle dolu.

Futbol pekala, St. Moritz'li olup olunmadığına bakmadan ve kadın-erkek farkı gözetmeden, ailece izlenip doğal olarak yaşanabilen bir oyun olabilmiş.

Stadyumdaki Türk seyircinin çoğu için aynı şeyi söylemek kolay değil.

Elbette, her zamanki gibi, İstanbul'dan ve Orta Ovrupa'nın büyük kentlerinden eşleriyle ve çocuklarıyla gelmiş ‘‘Gassaraylılar'' da var. Ama asıl kalabalık, dinmeyen bir susamışlıkla, İsviçre'nin ve komşu ülkelerin fabrikalarından, işyerlerinden çıkıp gelen gurbetçiler.

Dinmeyen susamışlık, eziklikten, dışlanmışlıktan kurtulmanın, başını her günkünden daha dik tutabilmenin, çevreye gururla bakabilmenin susamışlığıdır. ‘‘Zaten Avrupa'nın parçasıyız'' cinsinden pek gerçekçi olmayan sözlerin en çabuk unutulduğu, ‘‘Avrupa, Avrupa, duy sesimizi...'' haykırışlarının en doğal yükseldiği anlar, atılan gol sonralarının bu sevinç anlarıdır.

Çullanmalarla yaşanan bir Montreux gündüzünden sonra, Sion gecesindeki o seslerle neyin haykırıldığını daha iyi anlıyor insan.

Ortaklaşa yazıldığı belli bir senaryoya göre Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi büyük kuruluşlar ile Almanya'sından Fransa'sına, Kanada'sından Rusya'sına kadar koca devletlerin nasıl bir oyun oynadıklarını, Türkleri Asya'ya doğru itelemek söz konusu olduğunda Yunan yandaşlığından da öteye nasıl bir Haçlı dayanışmasının oluşuverdiğini gördükten sonra, ömürleri hep o havanın içinde geçen gurbetçilerin kale ağlarını bulan topla birlikte gürleyişlerinden daha doğal bir şey olamayacağını düşünüyorsunuz.

Onun içindir ki, Avrupa kupalarının deplasman maçları Türk takımlarının gelir hesaplarını aşması gereken bir ulusal psikoloji konusu olmalıdır.

Zaten, gelir diye bakılsa bile, yine bilinmelidir ki, tribünleri doldurduğu için şampiyonalara mümkün olduğu kadar çok Türk takımı almaya UEFA'yı iten de hep bu gurbetçi psikolojisidir.

Yine böyle olduğu içindir ki, siyah-beyaz renklerin bu şampiyonalarda yıllardır bir türlü parlayamamış olması yalnız Beşiktaşlıları değil, bütün Türkleri kahreder.

Yazarın Tüm Yazıları