Fiziksel istismar tokat, ısırma, saç ve kulak çekme, tekme gibi herhangi bir nesne kullanılmadan gerçekleştirilebildiği gibi kemer, kızgın maşa, sopa gibi nesneler kullanılarak da gerçekleştirilebilir.
Çocuklara fiziksel istismar uygulamanın amacı eğitim, cezalandırma, kontrol edilemeyen öfkeyi dışa vurma olabilmektedir. Bizim toplumumuzda fiziksel istismar bundan çok kısa süre öncesine kadar onaylanan bir ebeveyn ve eğitimci rolü olarak görülmekteydi. Derslerine girdiğim öğrencilere sıra dayağı yememiş olan, ebeveynlerinden tokat yememiş olan, kulağı çekilmemiş olan var mı sorularını sorduğumda birkaç öğrencim dışında hepsi el kaldırıyor. Diğer yandan ‘tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir’ özdeyişi ve ‘dayak cennetten çıkmadır’, ‘kızını dövmeyen dizini döver’ gibi atasözleri de fiziksel şiddeti teşvik etmekte ve toplumun büyük kesiminin şiddeti normal görmesine olanak sağlamaktadır.
Duygusal istismar, çocuğun duygusal gelişimini zedeleyen ve onu psikolojik hasara uğratan, istismar türleri içerisinde tanılanması ve kanıtlanması en zor olan istismar türüdür. Tek başına görülebileceği gibi fiziksel ve cinsel istismarla birlikte de görülebilir. Başka bir deyişle her cinsel ve fiziksel istismarda duygusal istismar vardır ancak her duygusal istismarda cinsel ve fiziksel istismar olmayabilir.
Duygusal istismarın istismar sayılabilmesi için yapılan davranışın sürekli olması gerekmektedir. Bu davranışlar hakaret etme, tehdit etme, aşağılama, kıyaslama, aşırı koruyucu kollayıcı tutum gibi davranışlardır. Duygusal istismar toplumun her kesiminde, her sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel düzeyde görülebilmektedir. Dolayısıyla diğer istismar türleri ile birlikte görülmedikçe tanılanması ve anlaşılması oldukça güçtür. Burada bilinmesi gereken duygusal istismarın da diğer istismar türleri gibi hasar bırakabileceği ve tanılanamadığı için müdahale edilmeden yetişkin yaşantısına yansıtılabileceğidir. Duygusal istismarda, istismar oluşturan davranışı çocuk normal algılayabilir ve kendi iletişim biçimini de buna göre düzenleyebilir. Bu doğrultuda geleceğin ebeveyni de potansiyel bir istismarcı olabilmektedir.
ÇOCUK İSTİSMARI VE İHLALİ
Fiziksel istismar tokat, ısırma, saç ve kulak çekme, tekme gibi herhangi bir nesne kullanılmadan gerçekleştirilebildiği gibi kemer, kızgın maşa, sopa gibi nesneler kullanılarak da gerçekleştirilebilir.
Çocuklara fiziksel istismar uygulamanın amacı eğitim, cezalandırma, kontrol edilemeyen öfkeyi dışa vurma olabilmektedir. Bizim toplumumuzda fiziksel istismar bundan çok kısa süre öncesine kadar onaylanan bir ebeveyn ve eğitimci rolü olarak görülmekteydi. Derslerine girdiğim öğrencilere sıra dayağı yememiş olan, ebeveynlerinden tokat yememiş olan, kulağı çekilmemiş olan var mı sorularını sorduğumda birkaç öğrencim dışında hepsi el kaldırıyor. Diğer yandan ‘tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir’ özdeyişi ve ‘dayak cennetten çıkmadır’, ‘kızını dövmeyen dizini döver’ gibi atasözleri de fiziksel şiddeti teşvik etmekte ve toplumun büyük kesiminin şiddeti normal görmesine olanak sağlamaktadır.
Duygusal istismar, çocuğun duygusal gelişimini zedeleyen ve onu psikolojik hasara uğratan, istismar türleri içerisinde tanılanması ve kanıtlanması en zor olan istismar türüdür. Tek başına görülebileceği gibi fiziksel ve cinsel istismarla birlikte de görülebilir. Başka bir deyişle her cinsel ve fiziksel istismarda duygusal istismar vardır ancak her duygusal istismarda cinsel ve fiziksel istismar olmayabilir.
Duygusal istismarın istismar sayılabilmesi için yapılan davranışın sürekli olması gerekmektedir. Bu davranışlar hakaret etme, tehdit etme, aşağılama, kıyaslama, aşırı koruyucu kollayıcı tutum gibi davranışlardır. Duygusal istismar toplumun her kesiminde, her sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel düzeyde görülebilmektedir. Dolayısıyla diğer istismar türleri ile birlikte görülmedikçe tanılanması ve anlaşılması oldukça güçtür. Burada bilinmesi gereken duygusal istismarın da diğer istismar türleri gibi hasar bırakabileceği ve tanılanamadığı için müdahale edilmeden yetişkin yaşantısına yansıtılabileceğidir. Duygusal istismarda, istismar oluşturan davranışı çocuk normal algılayabilir ve kendi iletişim biçimini de buna göre düzenleyebilir. Bu doğrultuda geleceğin ebeveyni de potansiyel bir istismarcı olabilmektedir.
Dikkat ettiğimizde duyduğumuz vakaların tamamı ya çocuğun ölümü ile ya da hastanede tedavi altına alınması ile duyuluyor, birkaç gün medyada yer ettikten sonra ise unutuluyor. Peki hala istismara uğradığının farkında olmayan çocuklar ve istismara uğruyor olsa da ölmediği ya da hastanelik olmadığı için aydınlatılamayan vakalar? Bunları önlemek için neler yapıyoruz, neler yapabiliriz, kaç çeşit önleme çalışması var, biz en çok hangi önleme çalışmalarını tercih ediyoruz, çocuk istismarı ve ihmali nedir, türleri, risk grupları ve belirtileri nelerdir? Tüm bu soruların cevaplarını tek bir içeriğe sığdırmanın zor olacağını düşünerek sizler için yazı dizisi haline getirdik.
Çocuk istismarı, en genel tanımıyla çocuğun tüm gelişim alanlarını olumsuz yönde etkileyen, bir birey, toplum veya ülkesi tarafından bilerek veya bilmeyerek yapılan tüm davranışlardır. Tanımda da belirtildiği üzere istismarın bilerek veya bilmeyerek gerçekleştirilmesi, o davranışın istismar olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Dolayısıyla hala bazı ülkelerde gerçekleştirilen kadın sünnetlerinden çocuğu bir arkadaşıyla kıyaslamaya kadar tüm davranışlar istismar olarak nitelendirilebilir. Bu davranışlar doğrudan çocuğa zarar vermeyi amaçlamasa dahi çocuğun istismar edildiğini göstermektedir.
Çocuk istismarına yol açan birçok farklı neden olsa da;
• Çocuğun veya ebeveynlerinin gelişimsel farklılığa, mental retardasyona sahip olması,
• Çocuğun beklenen cinsiyette olmaması, istenmeyen çocuk olması,
• Ebeveynlerin çocukluklarında istismara maruz kalmaları,
• Sosyo-ekonomik düzey,
Montessori, oyunu çocuğun işi olarak tanımlar. Oyun, çocuğun en doğal öğrenme biçimidir. Gördüklerini, merak ettiklerini, öğrendiklerini oyunlarına yansıtan çocuklar, bu sayede kendilerini ve çevrelerini tanırlar. Evcilik oynarken bebeğine ninni söyleyen, arabayla oynarken "dütdüüttt" sesi çıkaran, arkadaşıyla oynarken ‘Hayır, sen öğretmensin şimdi bana ödev vermelisin.’ diyerek öğrendiği öğretmen tanımını oyuna yansıtan çocuklar görüyoruz.
Bu oyunların yanı sıra yine toplumca tepki gösterdiğimiz ve endişeyle karşıladığımız cinsel oyunları da oynayan çocuklarla karşılaşıyoruz. Çocuk, oyunlarında arkadaşına kahve ikram ederken veya arabalarını yarıştırırken görmediği dehşet ve ayıplanma ifadesini, cinsel oyunları oynarken fazlasıyla görüyor. Bu noktada ebeveynlerin bilmesi gereken, cinsel oyunların da diğer tüm oyunlar gibi doğal ve beklendik oyunlar olduğudur.
Yaklaşık 3 yaş civarında vücudunu tanırken cinsel organlarını da keşfedip tanımaya başlayan çocuklar; evcilik, doktorculuk gibi oyunlarla birlikte tuvalete gitmeyi de oyun haline getirebilirler. Bu oyunlar sırasında çocuklar, kendi cinsel organlarını arkadaşlarına gösterebilir, arkadaşlarının cinsel organını görmek ve incelemek isteyebilir, birbirlerine dokunabilirler. Bazı durumlarda ise oyun bu amaçla başlamaz. Örneğin, oyun sırasında eve gelirken düştüğünü söyleyen çocuğa arkadaşı doktor olarak yardım etmek isterken oyunun seyri değişebilir.
Anne babalar bu oyunlarla karşılaştıklarında verdikleri tepkilerin çok önemli olduğunu bilmelidirler. Çocuklar bu oyunun da diğer oyunlar gibi olduğunu düşünüp yetişkinler tarafından kötü, ayıp, yasak olarak algılanacağını düşünmezler. Ebeveynler bu tür bir oyunla karşılaştığında bunu ayıplama ve yasaklama yolunu tercih ettiklerinde, çocukların bu tür oyunlara karşı merak duygusu perçinlenecek ve oyunların sıklığı artacaktır. Dolayısıyla burada önerilen, oyunu kesmek çocuğu azarlamak yerine oyunun yönünü değiştirmektir. Örneğin, eve gelirken düştüğünü söyleyen çocuğun tedavisine yardım edip normal oyuna devam etmelerini sağlayabilmelidirler.
Down sendromu, doğum öncesi dönemde gerçekleşen kromozomal bir anomalidir. İsim babası İngiliz hekim, John Landon Down’dır ve ilk kez 1866’da bu sendromu mental retardasyonun (zeka geriliği) özel bir türü olarak tanımlamıştır.
Bebekler, 23 kromozom anneden ve 23 kromozom babadan alacak şekilde toplam 46 kromozoma sahip olmaktadır. Down sendromlu bebeklerde ise 21. kromozomun 2 yerine 3 adet olması bebekte toplam 47 kromozom olmasına yol açar ve anomali oluşturur. Fiziksel özellikleri genellikle ayırt edicidir. Çekik gözler, kalın ense, basık burun, büyük dil, kısa parmaklar ve avuç içi çizgisinin tek olması bu özelliklerdendir. Genellikle akranlarına göre daha kısa ve metabolik özellikleri nedeniyle de daha kilolu olabilmektedirler.
Gelişimin ilkelerinden olan ‘gelişimde bireysel farklılıklar vardır’ ilkesi bu çocuklar için de geçerliliğini korumaktadır. Bu çocuklar da diğer akranları gibi farklı yeteneklere, farklı mizaca ve farklı zeka puanına sahip olabilmektedirler. Erken tanı ve özel eğitim desteği ile birçok başarıya imza etmiş Down sendromlu bireylere her geçen gün daha sık rastlanmaktadır. Down sendromlu bireylerin eğitimi, desteklenmesi ve toplum tarafından kabullenilmesi yapılan farkındalık çalışmaları ile kolaylaştırılabilir. Bu doğrultuda Birleşmiş Milletler, 10 Kasım 2011 tarihinde verdiği karar ile 21 Mart tarihini resmi Dünya Down Sendromu Günü olarak belirlemiştir.
Tarihin 21 Mart olmasının nedeni, Down sendromlu bireylerin 21. Kromozomlarının 3 adet olmasıdır. Her yıl üçüncü ayın 21’inde Down sendromlular için çeşitli farkındalık çalışmaları yapılmakta ve bu bireyleri hayata kazandırmak için önemli adımlar atılmaktadır.
#KadınOlmasa anne olmazdı, çocuk olmazdı, aile olmazdı, denge olmazdı, zarafet olmazdı, şiir olmazdı, şair olmazdı… Kadın olmazsa olmazdı. Buna rağmen kadın öldürüldü, aşağılandı, anneliği ile sınandı, şiddete maruz kaldı, güçlü olmaya çalıştığı her an görünmez kanatları kırıldı, elinin hamuru hatırlatıldı.
Kadın ve erkek cinsiyetleri biyolojik kavramlar olmasına rağmen toplumsal rol faktörü tamamen toplumun bu cinsiyetler ile ilgili algıları ve beklentilerini ifade eder. Bu roller çocuğun ismini, odasının rengini, oyuncaklarının türünü, toplum içerisinde nasıl davranması gerektiğini belirleyen ve bir yetişkin olduğunda da bireyin yaşamını doğrudan etkileyen rollerdir. Toplumsal cinsiyet rolleri toplumun kültürel yapısından doğrudan etkilenir.
Erkek ağlamaz, kadın çalışmaz, kadın sokakta yüksek sesle kahkaha atmaz, erkek çalışır evine para getirir, erkek çocuk bebeklerle oynamaz (çünkü çocuk bakmak sadece kadının görevidir), kız çocuklar arabalarla oynamaz (çünkü sadece erkekler araba kullanabilir) gibi kalıp yargılar çok üzücü olmasına rağmen günümüzde hala oldukça yaygın. Kadını zayıf, erkeği güçlü kılan bu yargılar özünde iki cinsiyete de aynı zararı veriyor. Erkek duygularını dışa vuramıyor, kadın zayıf ve kırılgan rolünü benimsiyor. Toplumsal krizlerin çoğu da bu sebepten ortaya çıkıyor. Gün sonunda güçlü olduğuna inandırılan cinsiyet, güçsüz olduğuna inandırılan cinsiyet üzerinde yaşama hakkını elinden almaya kadar gidecek bir hakimiyet kuruyor. Oysa bu iki cinsiyetin birlikte yaşayabilmeye programlanmasına, tamamlayıcı özellikleri bulunmasına ve biri diğerinden üstün olmamasına rağmen kadının zayıf olduğu kabul etmek mantık çerçevesine ne yazık ki sığmıyor.
İnsanı, kadın veya erkek olarak ayırmadığımız, zaten insan haklarından olan hayatta kalma, kişi dokunulmazlığı, kişi özgürlüğü ve güvenliği, düşünce ve ifade özgürlüğü hakkı gibi haklardan kadınların yararlanması için ayrıca çaba göstermeye ihtiyacımız kalmadığı zaman iyileşeceğiz.
Kadını aşağılayıcı söylemlerle, fiziksel ve cinsel şiddetle yok etmeye çalışmayan bir dünya dileğiyle ‘8 Mart Dünya Kadınlar Günü’müz kutlu olsun…
Benlik, bir bireyin kendisi hakkındaki düşüncelerini ifade eder. İdeal benlik ise bireyin olmak istediği benliktir. Bireyin benliği ile ideal benliği arasındaki fark benlik saygısı düzeyini belirler. İdeal benlik ile algılanan benlik arasındaki fark ne kadar çoksa benlik saygısı o kadar azdır. Başka bir deyişle benlik saygısını yükseltmek için bireyin ideal benliğine yakın bir benlik algısının olması gerekir. Benlik saygısı, akademik ve akademik olmayan benlik saygısı olmak üzere iki başlığa ayrılır. Bu yazıda çocuk ve ergenlerin akademik benlik saygısının ebeveyn tutumlarına göre nasıl değiştiğinden ve neler yapılması gerektiğinden bahsedeceğim.
Yapılan araştırmalar öğrenim düzeyi yüksek olan ebeveynlerin özellikle babaların çocuklarının çoğunlukla, akademik benlik saygısının diğer gruplara kıyasla daha düşük olduğunu göstermektedir. Bu bulgu beklenenin aksi gibi görünse de akademik başarı ve akademik benlik saygısının birbirinden ayrı kavramlar olduğu düşünüldüğünde açıklanabilirdir. Peki nasıl oluyor da öğrenim düzeyi yüksek olan ebeveynlerin özellikle babaların çocuklarının akademik benlik saygısı düşük oluyor?
Farklı öğrenim düzeyinde iki baba ve onların aynı sınıfa devam eden çocuklarını düşünelim. Çocuklar aynı dersin sınavından aynı notu almış olsunlar ve bu not 70 olsun. Şimdi iki ayrı babayı ele alalım.
Öğrenim düzeyi yüksek olan babanın çocuğundan beklentisi yüksek olacağından ‘Neden 90/100 değil?’ gibi bir yaklaşım sergilediğini düşünelim. Burada çocuğa ‘Aldığın not yeterli değil, başarılı değilsin’ mesajını vermiş oluyoruz. Çocuk babasının bu tutumundan önce bu notu iyi olarak algılamış ve ideal akademik benliğine yakın olduğunu düşünmüş olabilir, bu durumda çocuğun akademik benlik saygısının daha yüksek olduğu söylenebilir. Ancak babasının yaklaşımı çocuğun ideal akademik benlik saygısını, algıladığı benliğinden uzaklaştırmış ve akademik benlik saygısının düşmesine neden olmuştur.
Öğrenim düzeyi daha düşük olan bir babanın ise bu notu iyi algılaması ve çocuğuna bu şekilde dönüt vermesi, çocuğun ideal akademik benlik saygısı ile algıladığı benliğini birbirine yakınlaştıracak bu doğrultuda akademik benlik saygısını yükseltecektir.
Bu senaryolar her ebeveyn ve her öğrenim düzeyi için geçerli ve doğru değildir ancak yapılan araştırmalar göz önünde bulundurulduğunda dikkat edilmesi gerektiği görülmektedir.
Peki neler yapmalıyız?
Boşanma çok tercih edilebilir bir sonuç olmasa da, evliliğin gerektirdiği birlik, aşk, birlikte yaşama isteği sürdürülemiyorsa evliliği devam ettirme fikri yarardan çok zarar getirebilmektedir. Burada unutulmaması ve kabul edilmesi gereken, boşanmanın çocuk olsun ya da olmasın sarsıcı bir süreç olduğudur. Problemlerin çözülmesi ancak problemin kabul edilmesiyle mümkündür.
Boşanma ve etkisi genelde küçük çocuklar özelinde değerlendirilirken ergenlik döneminde nelerle karşılaşılabileceği çok az konuşulmaktadır. Bu nedenle bu yazının içeriğini boşanmış ailede ergenler oluşturmuştur.
[fotogaleri=3903,3769]
Boşanma fikri gündeme geldiği ve yakın çevre ile paylaşıldığında genelde, evliliği devam ettirmeye yönelik görüşler belirtilmektedir. Özellikle çocuklu aileler, çocukları için evliliği devam ettirmeleri yönünde yoğun bir baskı görmektedirler. Burada temel neden, çocuk üzerinde boşanma olayının olumsuz sonuç yaratacağı fikridir. Ancak yapılan araştırmalar, çatışmalı ailede yaşayan ergenlerin boşanmış aileye sahip ergenlere göre daha fazla uyum problemi yaşadığını göstermektedir.
Boşanma problemleri ile gelen ebeveyn ve ergenlere yönelttiğim ‘Boşanmasaydınız/Boşanmasalardı ne olurdu?’ sorusuna gelen cevaplar da bu bulguları destekler niteliktedir. Boşanmış ailelerden gelen ergenlerin duygusal problemleri olabileceği konusunda yaygın bir görüş vardır ancak yine yapılan araştırmalar ergenlerinin büyük çoğunluğunun boşanma durumuyla başa çıkabildiklerini göstermektedir.
Çocukluklarında ebeveynleri boşanan yetişkinlerle yapılan bir çalışmada, katılımcıların çoğunluğu 20 yıl sonra ebeveynlerinin boşanma kararını yerinde bir karar olarak nitelendirmişlerdir. O halde çocuğu olumsuz etkileyen boşanmanın kendisi değil; çocuğun yaşı, cinsiyeti, mizacı, boşanmanın çatışmalı veya anlaşmalı olma durumu, ebeveynlerin birbirleriyle ve çocuklarıyla ilişkisi gibi faktörlerdir.
Geçtiğimiz günlerde 3 Aralık Uluslararası Engelliler Günü, özellikle sosyal medya üzerinde duyarlılık amaçlı birçok paylaşıma yol açtı. Uluslararası Engelliler Günü, Birleşmiş Milletler tarafından 1992 yılından bu yana 3 Aralık günü olarak belirlenen, farkındalık ve duyarlılık çalışmalarının yoğunluk kazandığı bir gün.
Engelli olarak ifade edilmiş bireylere, tarihte nasıl bir tutum sergilendiğine bakıldığında, günümüzde geldiğimiz nokta oldukça umut vericidir. Büyük dinler öncesindeki dönemde gelişimsel farklılığı olan bebekler ve çocuklar ya öldürülmüş ya şeytan olduğuna inanılıp bir yere kapatılmış ya da kaderine terk edilmiştir. Büyük dinler ortaya çıktıktan sonra ise bu çocuklara yoğun acıma duygusu ile yaklaşılmış, günah ve sevap kaygısı ile koruma altına alınmaya başlanmıştır. 18.-19. yüzyıllarda ise artık bu bireylerin eğitimine yönelik çalışmalar başlamıştır. Bu çalışmalar, genelde çocukların akranlarından izole edilmiş bir şekilde eğitim almaları ile sınırlıyken nihayet 20. yüzyılda akranları ile aynı eğitim ortamını kullanmalarına yönelik çalışmalar başlamıştır. Bu bireylerin dünyadaki varlığı, insanlığın var oluşu kadar eski olmasına rağmen çalışmaların ne kadar geç başladığı açıkça görülmektedir. Günümüzde ise gerek özel eğitim kurumları gerek kaynaştırma eğitimiyle bu çocukları hayata kazandırmak için çalışmalar yürütülmektedir. Ancak bu çalışmaların etkililiği tartışmaya açıktır.
Eğitim alanı dışında toplumsal anlamda, bu bireylerin kabul edilmesi ile ilgili problemlerle karşılaştığımız oldukça net görülmektedir. Sakat, özürlü, spastik, otistik, deli gibi ifadeleri hem hakaret etmek hem de bu bireyleri ifade etmek için kullanırken ne kadar sağlıklı çalışmalar yürütüyor olabiliriz? Çocuklarımızla aynı sınıfta bulunmalarına karşı çıkarken, toplu taşıma araçlarında yanımızda oturmalarından rahatsız olurken, onlar için ayrılmış park yerlerini, engelli asansörlerini, sarı şeritleri işgal ederken, yardımcı olmak yerine acıyarak ne kadar merhametli olduğumuzu başkalarına gösterirken ancak onlar için hiçbir şey yapmazken, onlara engelli derken toplumsal olarak onları kabul ettiğimizi iddia edemeyiz.
Engel, sözlük anlamıyla ‘bir işin gerçekleşmesini önleyen neden, bir işi yapılamaz duruma sokan şey’dir. Engelli ise, bu şeye sahip olan anlamına gelmektedir. Bahsi geçen bireylerin gelişimsel farklılığından dolayı onlara engelli demek, bizi sorumluluklarımızdan kaçma konusunda rahatlatmakta ve engellerinden dolayı bazı becerileri gerçekleştirememelerini tamamen onlara bağlı bir şanssızlık olarak değerlendirmemize neden olmaktadır. Her farklılık türü için yapılabilecek müdahalelerle gelişimsel farklılığı ortadan kaldıramayız ancak bunun engel haline gelmesini önleyebiliriz.
• Acımamalıyız, acımak gizli kibirdir ve işlevsel değildir.
• Yaşam alanlarını onları da dahil edecek şekilde planlamalıyız, planları hayata geçirmeli ve düzenli olarak kontrol etmeliyiz. Üst geçit asansörleri gibi..
• Erken tanı ve erken tedavi için farkındalık çalışmalarına ağırlık vermeliyiz.