Futbolumuzda dostluk ile vefa çok bilinen ve yaşanan bir şey değildi ama umutlar da yitirilmemişti henüz...
Fuat Çapa’ya maç öncesi içtenlikle sarılan Gençlerli oyuncuların sıcaklığında saklıyorduk bu umudu...
Merakım ise “Mehmet Özdilek’in 4 maçlık büyüsünün” Kayseri’de sürüp sürmeyeceğiydi.
Orta saha elemanlarını birer ikişer sakatlığa kurban veren kırmızı karaların, “Herşeye rağmen kazanmak” deyip demeyeceği...
Sedat’ın yokluğuna Kulusiç pansumanı yapılırken; Oktay, Nizamettin, Özgür, Gosso, birer ikişer tribüne çıkmıştı.
Sezon başında satılanlarla farklılaşan Gençlerbirliği, sakatlarla resmen başkalaşmıştı.
Öylesine bir gariplik vardı ki, maçın 37. dakikasında kaleci Ramazan da sakatlanıp devre dışı kalıyordu.
Ve Ankaragücü, İstanbul’da doğdu o gün...
İstanbul’da doğup, Kurtuluş Savaşı’nda Ankaralı oldu.
İlk rengi, sarı yeşil idi. Tıpkı kavun ile üzüm gibi.
Tatlı, keyif veren ve gösterişli...
Aslında kuruluşu, bir sıkı çekişmenin ürünüydü.. Aynı tarihte yani 31 Ağustos 1910’da kurulan Altınörs İdmanyurdu ile Turan Sanatkarangücü’nün yine aynı gün içinde birleşmesiyle futbol sahnesine çıktı, Ankaragücü... Anlayacağınız sancılı doğdu... Sancısı, o günden bugüne hiç bitmedi.
İlk günden yaşanan çekişmelerle yaşadığımız günlere geldi.
Hep popülerdi, popüler kaldı.
Gençlerbirliği’nin Akhisar Belediye ile oynadığı 3-0’lık karşılaşma keyif veren bir maçtı. Pozisyonu bol, mücadelesi, sertliği ve heyecanı ile..
Maçı izlerken, bu karşılaşmanın neden gece yarısına doğru oynandığını merak ettim.
Oysa saat 19.00 veya 20.00 de uygundu Ankara’nın akşam serinliğinde..
Hangi üstün zeka ürününün 21.45 gibi uykuya çeyrek kala zamanını belirlediğini anlayamadım.
Federasyon yönetiminde Ufuk Özerten gibi Ankara’yı iyi bilen birine rağmen, bunun olabilmesi saçmalıktı.
Kimbilir, belki de federasyonun sözü, yayıncı kuruluşa geçmiyordu.
Parayı verenin düdüğü çalması da buydu belki de...
DOĞRUYU SÖYLEMEK İLE YANLIŞI YAPMAK
Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ebedi istirahatgahı Anıt Kabir’e gidildi, dün de 19 Mayıs Stadı’nde 90. doğum günü pastası kesildi.
Elbette güzel şeyler bunlar; 90 yaşı görebilmek, bunu kutlamayı başarabilmek...
Ancak eksikler var bunlar yapılırken.
Mesela, Anıt kabir’e gidilirken, yaşayan eski başkanlar, eski kaptanlar ve kulübün efsane isimleri davet edilebilirdi.
Kulübe hizmeti geçmiş, zor günlerde özverili çalışmalarıyla Gençlerbirliği’ni ayakta tutmayı başaran önemli yöneticilerle bu mutluluk paylaşılabilirdi. Unutulmaz Başkan Hasan Şengel; unutulmayan yöneticiler Ayhan Sümer, Ekrem Üstündağ, Zeki Ünaldı, Atilla Aytek gibi isimler ve de şimdi hatırlayamadığımız bir çok Gençlerbirliği sevdalısı, kutlamalarda birer plaketle hatırlanabilirdi.
Bu kulübün tarihinde adını yazdırmış Rüzgarın oğlu Zeynel, Köylü Seçuk gibi yaşayan futbolculara bir değer hatırlatması yapılabilirdi.
Ne yazık ki bunlar da olmadı.
Hani o bahar yaşadığınızı sandığınız anda kafanızdan boşalan Akdeniz sağanağı gibi... Sel olan, herşeyi alıp giden o deli yağmur..
Sezon başından bu yana istikrarı bulamayan, rahata erdiğinde de sorun çıkaracak dert arayan Cavcav’ın takımı için kolay görünen zor rakipti Akdeniz ekibi... Çünkü can derdindeydi.
Aslında Gençlerbirliği’nin durumu da pek parlak değildi. Ligin ilk yarısında saman alevi misali, parlayıp sönmelerle 27 puana ulaşmış, ikinci yarı başındaki iki galibiyetin olumlu etkisi de kısa sürmüştü.
Puantajda 4. sırayı gören kırmızı siyahlılar, 12. sıraya inmişti. Daha da önemlisi küme düşme hattının sadece 6 puan üzerindeydi.
Ve işte bu nedenle Gençlerbirliği kazanmak zorundaydı.
Tüm gözler, 18. haftaya 4 golle başlayıp, sonrasında derin sessizliğe bürünen Vleminckx’de idi. İlhan Cavcav’ın zoruyla oynayan Tomiç de bakışları üzerine çeken bir diğer isimdi.
“Son 14 ayda üç kongre yapıp, 6 Başkan çıkarma” gibi akıllara zarar, inanılmaz bir performans gösteren Ankaragücü caiması için ittifak adayı idi. Sarı lacivertli camiada büyük çoğunluk, Yiğiner’in başkan olmasını arzu ediyordu.
Kararsızken, iki gün önce Fatih mert ile birlikte bir nezaket ziyareti yaptı Hürriyet’e...
Öncelikle o sordu biz yanıtladık. 1972 yılında sporcu olarak başlayıp, gazeteci olarak bugüne gelen süreçte yaşadıklarımızı özetledik. Kendi gözlemlerimizi, kendi doğrularımızı.
Sonra Özgür ile aklımıza gelen her şeyi sorduk, o yanıtladı.
Sadece iki sorunun yanıtının bizde kalmasını istedi. Kalanları da perşembe gazetesinde sizlerle paylaştık.
Artık hep sorulacak, cevapları alınacak ve sizlerle paylaşılacak.
Projeleri, icraatları izlenecek, doğrusu ile yanlışı tartışılacak Yiğiner’in...
Öncelikle daha önce hakkını alması gereken Kaynar’a bir hatırlatma yapayım, önemli olan konuşmak değil doğru konuşmaktır. Ne dediğini bilmektir. Dediğinin nereye gideceğini, iyi hesap etmektir. Ve elbette bedelinin ne olacağını da...
AA’ya yaptığı açıklamanın tamamı fiyasko da, ben şu “Mal bulmuş mağribi” göndermesine taktım.
Farklı sözlüklerde, farklı anlamları var...
“Yağmacı, pis bir açıkgöz gibi bazı olaylara sarılıp, mutlu olanlar.”
“Büyük bir zenginliğe kavuşmuşcasına, küçük bir olayda büyük sevinç ile coşanlar.”
Niyet iyi olmayınca, ağızdan çıkan laf da güzel olmuyor.
Kalite ve de kapasite yetersiz olsa da kızmamam gerekirdi. Ciddiye almamak en iyisiydi, yoksa kendini gerçek yönetici bile sayabilirdi.
Sadece ben değil bir çok insanın aynı beklenti içinde olduğuna Maraton ve Gecekondu’nun doluluğu, kapalının iki yanındaki seyirci artışıyla tanık oldum.
Lig başından bu yana yenilse de futbol oynama çabasında olan bir grup gencin verdiği onur mücadelesi, hakettiği ilgiyi nihayet görmeye başlamıştı.
İçimden, “İşte 1980 ruhu, Ankaragücü Ruhu döndü” diye geçirmeye başladım.
Ankaragücü’nün Bucaspor ile oynadığı lig maçı, bir çok meslektaşımızın ilgisini çekmese de kamuoyunda derin bir merak ve heyecan uyandırmıştı.
Karşılaşmanın ilk yarısı, ellerindeki yanıcı maddeleri protokol tribününe atan seyircilerin polise muhatap oluşu ve bu arada Bucaspor’un attığı golün karambole gidişi ile sarı lacivertlilerin buna bir serbest atış organizasyonuyla cevap verişiyle geçti gitti.
Beraberlikle başlanan ikinci yarıda tam bir dram vardı. Hakem Deniz Çoban’ın başrolünde olduğu bir trajedi filmiydi bu...
Futbolu dağda bayırda kaybetti