Defile dediğiniz nedir ki? Saatinde salonda olursunuz. Yarım saat, bir saat başlamasını beklersiniz. Sonra 10, bilemediniz 15 dakikada olay biter ve çıkıp gidersiniz.
Evet podyum, tasarımcıların kıyafetlerini bir ileri bir geri yürüyen modeller üzerinde sergilediği, satın almacıların defterlerine neyi alacaklarını not ettikleri, gazetecilerin “sıradakini” tespit ettikleri vitrindir. Ama bazen de bir gösteri havasındadır defile, harika bir konsere ya da filme taş çıkaran cinste. Salonu terk ettiğinizde kendinizi çok farklı ruh halinde yakalarsınız. Müziği kafanızın içinde çınlar, beslenir, ilham alırsınız. AZ DAHA ÇOKTUR
Ustalar önce ekmeklerin bozulduğundan şikayet eder. Ben de ekmek paramı moda ve stilden kazanıyorum. “Nerede o eski zamanlar, muhteşem defileler” diye hayıflanacak yaşta olmasam da, podyumdaki stil fakirliğinden muzdaribim. Sebebi tabii ki muhtelif. Ama bana en makul gelen izah Hüseyin Çağlayan patent ve markası.
Hüseyin Çağlayan’ın eski defileleri böyleydi. Salon sehpasından eteğe dönüşen kıyafeti gören kimse “Bu giyilebilir mi?” klişesini aklından bile geçirmezdi; onun podyumu bu ve benzeri soruları aşmış vaziyetteydi. Şimdilerde daha sıradan defileler yapmasını sanatsal yönünü sergilerle tatmin etmesine, sergilenecek kıyafetlerin yapımının hali hazırda fazlasıyla vakit almasına, düşük bütçesiyle ve bazen de sadece kıyafetleri göstermek istemesiyle açıkladı. Yeterince makul bir açıklamaydı. Ama modanın sıradanlığı içerisinde podyumda da olsa özgün bir şeyler görmeyi özlüyor insan. Hele de bizi tersine alıştıran biri de sıradan bir sergileme yolunu seçince... ATÖLYE UNUTULDU Tasarımcıların çoğu geçmişin modalarından esinlenirken Çağlayan hep geleceğe dönük tasarım yapıyor. “Aslında ben de geçmişe bakıyorum ama çok yeni şekilde yorumluyorum. Zaten var olan bir şeyi tekrar yapmanın ne anlamı var” diyor. “Yeni bir şey bulmak kolay olmadığı için herhalde” diyorum. Cevabı “Bence tasarımcıların çoğu yeterince çalışmıyor. Dışarı çıkıp eğlenmeyi tercih ediyorlar” oluyor. Kendisinin binlerce çizim yapıp aralarından tek birini nasıl seçtiğini anlatıyor. Onun gibi düşünüyorum. Bu yaratıcı bir iş olsa dahi kimseye vahiy inmiyor. Bir koleksiyon hazırlanırken ilk yapılması gereken şey araştırmak. Partilemek, sektörden insanlarla havalı öğle yemeklerine çıkmak, birçok tasarımcının atölyedeki işinden daha fazla vaktini alıyor. Ve sonuçta bin yıldır gördüğümüz trençkotun aynısıyla, belki cebine bir kuş kondurup çıkıyorlar karşımıza. Sonra da oturup düşünüyoruz “Modada neden artık özgün şeyler çıkmıyor” diye. Bahane hep aynı: “Yapılacak her şey yapıldı.” Ne demezsiniz! Veya belki de deyin artık! PAÇA NEDEN KISALIYOR Çağlayan moda dünyasındaki insanları ilham verici bulmadığını, çünkü onların dünyayla ilgilenmediklerini söylediğinde aslında herkesin bildiği bu dünyanın “yüzeysel insanlarla dolu olduğu” düşüncesini desteklemiş oldu: “Onlar son modalardan, yeni tasarımcılardan bahsetmeyi seviyor. Bu konulardan ne kadar konuşabilirsiniz ki?” İşte moda dünyasının sanatçı kişiliklere uygun olmadığının bir kanıtı. Ben sanatçı değilim ve yıllardır moda yazarı olarak bilinegeldim ama ne yalan söyleyeyim, sezon trendleri hakkında konuşanları en fazla 10 dakika dinleyebiliyorum. Ve mesela paçaların kısaldığı haberi beni hiç ilgilendirmiyor. Peki o paçalar niye kısalıyor, arkasında bir felsefe var mı, bakın işin o kısmıyla ilgiliyim.
Hep ben denilen ilişkiler
Özel hayatından hiç bahsetmeyen Hüseyin Çağlayan’a bir ilişkide aradığı mimariyi sordum. Modern ilişkilerle sorunu olduğundan dem vurdu: “Tanıştığım insanların çoğu kendinden bahsetmeye bayılıyor, asla soru sormuyor. Ben tersiyim, çok soru sorarım. Benim için mükemmel ilişki diyalog üzerine kuruludur. Modern ilişkilerde sadece monolog hakim. İki kişiden biri sürekli kendinden bahsediyor: Ben ben ben... ‘Bir dakika’ diyorum, ‘Kendimi terapist gibi hissediyorum’.” Ona galiba en çok bu konuda katılıyorum. Onun gibi merak benim de itici gücüm. Dünyayı ve insanları merak etmeden, sadece kendi ekseninde nasıl yaşanır bilmiyorum. Monolog ilişkilerin bütün gün aynanın karşısına geçip kendi kendine konuşmaktan bir farkı var mıdır? Kendine hayranlık, benmerkezcilik önünde sonunda patlayacak bir balon değil midir? Ama dünya bunlarla dolu, Bülent Ortaçgil’in dediği gibi “İnsanlar günler boyunca hiç soru sormadan durur”.