Paylaş
Ondan bir korku figürü yaratmıştı. Kardeşim onu gördüğünde uslanırdı.
Ben başka çocuklardan dayak yediğimde yine dövüşür yine dayak yerdim. Bisikletten düşer dizimi patlatır, sonra yine biner ve düşerdim. Bademciklerim boyum daha sandalye seviyesindeyken beni hayattan soğutmuş olsa da her kış gizlice dondurma yer, yataklara düşerdim.
Ben bunlar başıma gelecek diye değil, daha ziyade annemden yiyeceğim azardan korkardım. Ama tam da bu yüzden üstüne giderdim. Çünkü en çok korkmaktan korkardım. Hele de bir otorite figüründen.
Ama öyle ya da böyle, hepimiz korkutularak büyütülüyoruz. Kaçırılırız korkusuyla, düşüp bir yerimizi kırarız korkusuyla, tek başımıza kalırsak kayboluruz korkusuyla...
Sonra kocaman insanlar oluyoruz ve hâlâ korkuyoruz. Kimimiz çok korkuyor, kimimiz daha az; çok azımız hiç korkmuyor.
Bu kez anneler, babalar, komşu teyzeler falan olmuyor başımızdaki otorite figürleri. Onların yerini tek bir otorite alıyor: Devlet.
*
Korku ve siyaset öyle iç içe geçmiş ve hayatımızı çeperlemiş durumda ki, tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkıyor kestiremiyoruz.
Oysa korkunun kendisi ve iktidarların korkuyu siyasetin aracı olarak kullanmaları insanlık tarihi kadar eski.
Korktukları için şatolar dikerler, başkaları oralara girmeye korksun diye etrafına hendekler kazarlardı.
Toplumlar hep korkuyla inşa edildi. Toplumun birlik beraberliği için yetkiler iktidarlara verildi ve korkmayan kim varsa düşman diye, hain diye, kâfir diye yaftalandı, öcüleştirildi. Bunlar, toplumu bölecek, yok edecek, dağıtacak insanlar ve gruplar olarak gösterildi, ötekileştirildi.
Korkunun olduğu yerde güvenlik arayışı vardı ve sığınılacak liman devletti.
Ulusal çıkar, kamusal yarar gibi kavramlar üretildi ve korku yoluyla kutsandı. Bunlar adına yapılan her şey meşrulaştı.
Bugün koca bir korku imparatorluğuna dönüşen dünyada tüm toplumların korkusunu en çok besleyen şeyler terör, kaos, ekonomik kriz, çatışma vs.
Bunları araç olarak kullanmayan bir devletin korku ve düşman yaratma şansı yok. Bu düşmanları yaratmadan kontrolü ve ‘düzeni’ sağlama şansı yok.
Çünkü ancak korku büyütüldüğünde, şapkadan ‘güvenlik’ çıkarılabilir.
Korkunun esir aldığı bünyeler ancak bu güvenlik arzusuyla hak ve özgürlüklerini iktidarlara altın tepside sunabilir.
Bu yüzden devletler korkuyu hep büyüttü.
Ama dürüst de olalım; toplumlar özgürleşmekten de korkar. Çünkü özgürleşmek sorumluluk almak demek. Ve insanların pek çoğu konforlu ve güvenli alanlarından dışarı adım atıp sorumluluk almak istemez.
*
Her ülkede dozu değişmekle beraber bu gezegendeki tüm halklar giderek ısısı artan bir korku ikliminde yaşıyor.
Hepimiz her geçen gün biraz daha paranoyak oluyoruz. Kaygılar zihnimizi esir alıyor.
Herkes birbirini hainlikle, bölücülükle suçluyor. Sadece iki değil, belki 12 kutba çekilmiş vaziyetteyiz.
Her geçen gün biraz daha deliriyoruz ve ‘deli doktorluğuna’ soyunmuş kişilerce kontrol ediliyoruz.
Derhal yapmamız gereken, bu vaziyetin farkına varmak.
Ardından korkunun korkuyu beslediğini hatırlamak.
Ve en son, korkumuzla yüzleşmek.
Çünkü ancak onunla yüzleştiğimizde –bir nevi Platon’un mağara benzetmesindeki gibi- aslında bize büyük görünenin korkunun kendisi değil, gerçeğin dev gölgesi olduğunu anlarız.
Ancak belki o zaman, hepimiz için bir umut doğar.
(Not: Halis Çetin’in İletişim Yayınları’ndan çıkmış ‘Korku Siyaseti
ve Siyaset Korkusu’ kitabını şiddetle tavsiye ederim. Kafanızı açacak, sizi temin ederim.)
Paylaş